IV. Çağ Yıl 201
Üç at arabası donmuş patikada ağır ağır ilerliyordu. Yolun etrafını saran çam ağaçları, dağ çiçekleri sert iklime dayanabilen yegane bitkilerdi. Üstlerinde biriken beyaz örtü hafiften yağan kar sebebiyle sürekli tazeleniyordu. Patika aşağıya doğru indikçe yağış azalacak ve nihayet güneş görülebilecekti. Fakat at arabalarının yolcuları patikanın güzellikleri pek umursamıyor gibiydiler. Çünkü onlar bu patikayı, dağları, bitki örtüsünü hatta sürekli yağan karı herkesten iyi bilirlerdi. Sonuçta kuzey ülkesi Skyrim onların doğduğu yerdi.
Arabalar İmparatorluk tarafından asi olarak adlandırılan Stormcloak askerlerini taşıyordu. Birçoğu Skyrim’in soğuk havasını bir daha genizlerinden içeriye çekemeyeceğinin farkındaydı. Buna rağmen sert yüzlerine kararlılık kazınmıştı. Mimikleri bir Stormcloak için ölümden korku duymanın onursuzlukla eş değer olduğunun kanıtıydı.
Gözlerini açtığında görüşü bulanıktı, netlikten çok uzaktı. Başındaki ağrı ise dayanılmayacak düzeydeydi. İçgüdüsel bir hareketle başının sağ tarafındaki acı ve ağrıyı engelleme umuduyla ellerini oraya koymayı denedi. Yapamadı. Bileklerinde ki baskı, hareket olanağını kısıtlamıştı. Kafasını bileklerinin hizasına indirip onu engelleyenin ne olduğuna baktı.
Bilekleri deri bir kayış yardımıyla bağlanmıştı. Bu sırada rahatsız edici sallanma hissi midesini vurdu. Hareket halinde olmalıydı. Muhtemelen at arabasında seyahat etmekteydi. Aslında seyahat etmek de sayılmazdı. Elleri bağlı olduğuna göre birileri onu alıkoymuş olmalıydı. İyi de neden tutukluydu ki? Ne yapmıştı? Zihnini zorlayarak neler olduğunu hatırlamaya çabaladı. Olmuyordu, zihni tıpkı gözleri gibi bulanıktı. Üstelik bu hatırlama çabası başındaki ağrıyı daha da arttırmıştı. Acıyla inledi.
“Sonunda uyandın.”
Başını kaldırıp kendisine seslenen kişiye baktı. Adamın sesindeki güçlü tını Nord olduğunu belli ediyordu. Omuzlarına gelen düz koyu sarı saçları vardı ve bir kısmı sağ taraftan örülmüştü. Mavi gözlerinin kanlanmış aklarından yorgunluk, uykusuzluk akıyordu. Kalın dudaklarını çevreleyen sakalı yüzünün diğer bölümleri gibi kirliydi. Üzerindeki kahverengi deri zırh pek dayanıklı görünmese de içine giydiği zincir içlik korumayı arttırıyordu. Rahat hareket edilebilmesi için zırhın kolları kısaydı. Boynuna sarılmış mavi örtü zırhın ön ve arka kısmına doğru salınmıştı. Deri kemerle de beline tutturulmuştu. Kalın bir kumaştan yapılmış pantolonu ve içi yünle örülü botları zırhını tamamlıyordu.
“Seni sınırın orada baygın bulduk, sınırı geçmeye çalışıyordun değil mi?”
“Bilmiyorum, hatırlamıyorum.” dedi sadece. Konuşurken başındaki ağrı yeniden dayanılmaz hal almıştı. Sınırı neden geçmeye çalışıyordu ki?
“Üzgünüm galiba bizim yüzümüzden yakalandın.” diye konuşmasını sürdürdü adam. Karşısındakinin cevabını duymamış gibiydi. “Seni bulduğumuzda üzerindekiler perişan haldeydi. Elimizde sadece bunlar vardı.”
“Sorun değil, teşekkür ederim.” dedi üzerindeki zırhı kontrol ederek. Adamınkilerle aynıydı. “Neden yakalandık? Bu herifler kim?
“İmparatorluk askerlerinin baskınına uğradık. Bizi tuzağa düşürdüler.” diye cevapladı adam arabayı süren askere bakarak. “Korkaklardan anca bu beklenirdi zaten!”
“Arkadakiler, kesin sesinizi!” diye bağırdı öndeki asker.
“Lanet Stormcloak’lar! Sizden önce Skyrim yaşanası, güzel bir yerdi!”
Önce laneti okuyanın askerlerden biri olduğunu sanmıştı. Fakat ses hemen çaprazında oturan başka bir tutukludan gelmişti. Arabada beraber olduğu diğer kişileri şu ana kadar fark etmemişti. Biri –az önce konuşan- paçavralar giymişti, kir içindeydi ve çaprazında oturuyordu. Diğeri ise tam yanındaydı. Sırtına onu heybetli gösteren bir ayı postu geçirmişti. Görkemli, çelikten bir savaş zırhı kuşanmıştı. Uzun sarı saçları tıpkı onunla ilk konuşan Nord gibi sağ taraftan örülmüştü. Açık mavi gözleri ateş gibiydi, bulunduğu aciz duruma isyan ediyordu. Çünkü diğer alıkonanların aksine bu heybetli adamın ağzı kirli bir bez parçasıyla tıkanmıştı.
“Eğer askerler sizi arıyor olmasalardı çaldığım atla çoktan Hammerfell yolunu yarılamış olurdum. Şimdi düştüğüm hale bak!” dedi yeniden konuşarak hırsız olduğunu belli eden tutuklu. Sonra da ona döndü. “Sen ve ben burada olmamalıyız! İmparatorluk sadece Stormcloak’ları istiyor. Biz Stormcloak değiliz. Gerçi sen onlar gibi giyinmişsin.”
“Bizler birbirimize bağlıyız hırsız, hepimiz.” dedi karşısında oturan Nord araya girerek. “Tüm Nord’lar, siz ikiniz de dahil!”
Adamın son söylediğiyle kendisinin de bir Nord olduğunu hatırladı. Ne var ki ağrı hala dayanılmazdı ve zihnini bu yeni bilgi kırıntısıyla beraber yeniden zorlasa da başka bir şey hatırlayamadı. En azından damarlarında dolaşan kanın kaynağını artık biliyordu.
Damarlarında dolaşan başka bir gücün henüz farkında değildi…
“Arkadakiler, size kapayın çenenizi dedim!” diye bu sefer daha yüksek sesle bağırdı arabayı kullanan asker.
Yanında oturan heybetli adam, askerin çıkışı karşısında hiddetle bir şeyler söylemeye çalıştı. Boynunda ki damar sinirinden iyice belirginleşmişti. Hırsız bunun üzerine kaşlarını kardırarak:
“Onun sorunu ne?” diye sordu.
“Konuşmana dikkat et hırsız!” diye onu payladı karşısındaki Nord. Birdenbire neredeyse yanında ki Nord kadar hiddetlenmişti. “Hitap ettiğin Ulfric Stormcloak’un bizzat kendisidir, gerçek Büyük Kral!”
“Ulfric?” diye şok içinde kendi kendine söylendi hırsız. Duyduğu isme inanamıyormuş gibi bir süre ağzı bağlı oturan Nord’a bakakaldı. “Windhelm Jarl’ı? Sen… Sen isyancıların liderisin! Eğer, seni yakaladılarsa? Yo, hayır! Bizi nereye götürüyorlar?”
Hırsızın nidasına karşılık olarak Nord sakin bir sesle sorusunu cevapladı. “Nereye gittiğimizi bilmiyorum ama Sovngarde bizi bekliyor.”
“Hayır, bu olamaz! Bu olmuş olamaz!”
Sovngarde… Bu isim harap olmuş zihninde bir şeyler çağrıştırıyordu. Hanlarda anlatılan kahramanların hikayelerinde geçen isimdi. Puslu anılar belirsizdi ama Sovngarde’ın üstündeki bulutlar dağılmıştı.
“Ölünce hepimiz Sovngarde’a gideriz.” diye fısıldadı. Karşısındaki hüzünlü bir gülümsemeyle ona baktı. Sonra telaşlanmış hırsıza dönerek,
“Hangi köydensin hırsız?” diye sordu.
“Neden umursuyorsun ki?”
“Çünkü bir Nord’un son isteği evinde olmaktır.” dedi adam hırsıza anlayışla bakarak. Hırsız bunun üzerine kaba ve telaşlı halinden çıkıp kendine geldi. Bu sözler onu etkilemişti. Kurumuş damağı yüzünden zorlukla yutkunarak cevapladı:
“Rorikstead, ben Rorikstead’liyim.”
Hırsız yaşamış olduğu yerden bahsettiğinde bir anlığına mutlu olmuştu. Muhtemelen köyünde yaşadığı anılar gözlerinin önünde ardı ardına beliriyordu. Onun bu özlem dolu ifadesini görünce kendi doğduğu, yaşadığı yeri düşündü. Sadece düşündü, çünkü hiçbir şey hatırlamıyordu. Evinde olmak istiyordu ama evi yoktu. Varsa bile hatırlamadıktan sonra bir evinin olması neye yarardı ki?
“General Tullius, efendim!” diye bağırdı askerlerden biri. “Cellat bekliyor!”
Önlerindeki arabanın yanında atını süren diğerlerine göre daha rütbeli olduğu hemen fark edilen adam, “Güzel! Bitirelim şu işi!” diye askerine seslendi.
General Tilius’un acımasız sesini duyunca hırsız, “Shor, Mara, Dibella, Kynareth, Akatosh! Lütfen Yardım edin!” diye yakarmaya başladı. Korkudan ölmek üzere gibi bir hali vardı. Bu yakarışı Helgen’e kadar devam edecekti.
“Şu herif,” diye bağlanmış elleriyle General’i gösterdi Nord. Yüzünde tiksinti ifadesi belirmişti. Sanki bir insandan değil de bir canavardan bahsediyordu. “General Tullius! Askeri Yöneticidir. İmparatorluğun seçilmiş adamıdır.”
General Tullius’u izledi bir süre. Önde atıyla gittiğinden yüzünü görememişti ama gri saçları ve başının ortasında ki açıklık yaşının çok da genç olmadığını belli ediyordu. Kalın deriden zırhı geniş omuzlarından eteklerine kadar iniyordu. Zırhının kumaş bölümlerinin rengi ise kan kırmızısıydı ya da ona öyle görünmüştü. Değerli taşlarla işlenen kınının içinde ki kılıcın sapı tehdit edercesine biraz dışarı çıkmıştı.
General elini havaya kaldırdı ve arabaları durdurdu. Helgen’den onlara doğru gelmekte olan bir atlıya doğru kendi atını sürdü. Biraz uzaklaştığından buluştuğu kişinin kim olduğu hakkında bir fikir edinememişti. Tek görebildi kar kadar beyaz atıyla üzerindeki zırh benzeri lacivert cübbeydi. Oldukça uzun boyluydu. Genelde Yüksek Elf’ler bu kadar uzun boylu olduğundan ilk tahmini bu yönde oldu.
Onunla konuşan Nord, “Şu Thalmor onunla birlikte gibi görünüyor. Lanet Elf’ler!” diyerek tahminini doğru çıkarttı. Gözlerini kısmış şimdi geri dönmekte olan generale bakıyordu. “Bahse varım burayla ilgili bir şeyler dönüyor!”
General Tullius geri dönüp artık iyice yaklaştıkları Helgen’e devam etmelerini emrettiğinde sonunda onları yüksek ihtimalle ölüme götürmekte olan bu adamın yüzünü de görebildi. Atmaca gibi çatılmış kaşlarının altında kırışıkların çevrelediği kahverengi gözleri amacına ulaşmanın mutluluğuyla parlıyordu. Hizmet ettiği İmparatorluğun amblemi olan ejderha sembolü zırhının göğsüne işlenmişti.
Arabalar yeniden hareket etmeye başladığında donmuş patika çoktan geride kalmıştı. Hava daha ılık ve yolun çevresinde biten otlar daha fazlaydı. Hatta yabani otlar taş yolda buldukları her çatlaktan fışkırarak gözükmeye başlayan güneşi selamlıyorlardı. Helgen arazisine giriş yapmışlardı.
Askerlerin gelişiyle günlük yaşantılarını, günlük rutinlerini tekrarlamakta olan Helgen sakinleri yaptıkları işlerini yarıda bırakıp merakla onları izlemeye başladılar. Kimi, henüz açtıkları tezgahlarını dağınık bırakıp meydana koşuyor, kimi de ahşap evlerinin derme çatma avlularına çıkıp korkuluklara dayanıyordu. Hepsi neler olacağını biliyordu. Meydanda yükselen gözcü kulesinin kapısı açıldı ve birkaç askerle beraber elinde kocaman bir balta taşıyan cellat dışarıya çıktı. Yanlarında ilk başta görünmeyen koyu sarı cübbeye sarınmış bir rahibe de vardı. Merakla toplanan kalabalığın arasından geçip diğer gözcü kulesinin önündeki taş blokların yanına geldi. Asilerin infazı için her şey hazırdı.
Samanla örtülü çatıları olan ahşap evlerin birinden bir çocuk sesi duyuldu:
“Hayır baba ben askerleri izlemek istiyorum!” Çocuğun ısrarına karşılık babasının tavrı sertti. Oğlunun kolunu tuttuğu gibi eve sürüklemeye başladı.
“Evlat, eve hemen!”
Çocuk ağlayarak eve sürüklenirken kalabalık iyice artmıştı. Helgen isyancıların sonunu görmeye hazırdı. Sonunda Ulfric ve yandaşlarının bir kısmı yakalanmıştı. Birazdan tutuklular arabalardan inecek ve kaderleriyle yüzleşeceklerdi. Blokların başında bekleyen kör balta onlara İmparatorluğa karşı gelmenin bedelini ödetecekti.
“Biliyor musun?” diye ona döndü Nord meydana girerlerken. Kalabalığın uğultusu kulaklarını tırmaladığından onu duymakta zorlanıyordu. “Çocukken İmparatorluk duvarları ve kuleleri güvende hissetmemi sağlardı.”
Nord’a cevap verecekken arabaların ani duruşu nedeniyle oturduğu yerde öne doğru sendeledi. Atından inen ağır çelik zırhlı bir kadın asker –bir kadından beklenmeyecek bir sesle- gürledi:
“Mahkumları arabalardan indirin, hemen!”
“Ne oldu, neden durduk? Neden inmemizi istiyorlar?” diye sordu hırsız korkuyla. Gözleri fıldır fıldır dönüyor ve cevap vermesini umarak Nord’a bakıyordu. Nord keyifsizce gülümseyerek:
“Ne sanıyordun? Yolun sonuna geldik!” dedi ve kendisine dönerek. “Hadi inelim ve tanrılarımızı daha fazla bekletmeyelim.”
Askerler onları sertçe arabadan aşağıya çekerken hırsız bu sefer askerlere bağırmaya başladı:
“Yo, hayır! Beni alamazsınız! Ben isyancı değilim!”
Aşağıya indiklerinde Nord cesaretlendirmek istercesine hırsıza dönerek, “Cesur ol ve kaderini kabullen! Ölümünle yüzleş hırsız!”
Anlaşılan hırsızın ikna olacağı yoktu. Bu seferde ona bakıp, “Anlatsana onlara biz ikimiz isyancı değiliz. Büyük bir hata yapıyorlar!”
Hırsızın yüzündeki korku ifadesine bakıp kayıtsızca, “Ben, ben gerçekten bilmiyorum! Belki de olması gereken buydu!”
“Salak herif!” diye hırsla bağırdı hırsız!
Hırsız kendi kendine lanet okurken az önce arabadan inmelerini emreden kadın asker şimdi mahkumları sıra olmaları için hırpalıyordu. Bir süre dizimlerle uğraştıktan sonra kendi askerlerine listelerini çıkarmalarını söyledi. Ellerinde listelerle üç asker anında yanına geldiler.
Yolculuk boyunca hep yanında olan adam fısıldayarak, “İmparatorluk aptal listeleri, hep sevmiştir zaten!” dedi.
“İsmi okunanlar blokların yanına gitsin. Hadvar sen listeyi oku!” dedi kadın asker yanında tek gözü görmeyen askerine. Sonra da diğer iki askere siz de kontrol edin havasında bir bakış fırlattı. Bunun üzerine Hadvar adlı asker elindeki listeye bakarak ilk ismi okudu:
“Ulfric Stormcloak! Windhelm Jarl’ı!”
Küçük düşen Jarl kalabalığın bağırışları arasında askerlerin ona gösterdiği yere gitti. Hala ağzı kapalıydı. Ölmeden önce konuşamazdı. Öldükten sonraysa konuştuklarının Stormcloak’lara bir faydası olmazdı. Jarl ilerleyip bloklara giderken Nord, “Size hizmet etmek bir onurdu Jarl Ulfric.” diye bir kez daha fısıldadı.
“Riverwood’dan Ralof!”
İkinci isim okunduğunda Nord’un ismini de böylece öğrenmişti. Ralof ‘tanışmak güzeldi’ dercesine başıyla selam verdi ve emin adımlarla yürüyerek liderinin yanına gitti.
“Rorikstead’den Lokir!”
Bu isim onlarla aynı arabada gelen ve yol boyunca sızlanıp duran hırsızdan başkasına ait değildi. Çünkü ismi okunur okunmaz deliler gibi askerlere yalvarmaya başlamıştı. İsyancı olmadığını, Jarl Ulfric ile bir bağının bulunmadığını haykırıp duruyordu. Bedenini ele geçiren ölüm korkusu ayaklarına hükmetti ve Lokir elleri bağlı bir şekilde meydandan kaçmaya çalıştı. Onu izlerken bir an başaracağını sandı ama kadın asker sağ kolunu havaya kaldırdı.
“Okçular!”
Onlarca ok Helgen’den kaçmaya çalışan zavallı hırsız Lokir’in üstüne yağdı. “Bu kadarı gerekli değildi.” diye düşündü. Fakat göz dağı vermek isteyen İmparatorluğun bu tavrı kendi açılarından önemli olmalıydı. Okların saplandığı yerlerden sızmaya başlayan kan, Lokir’in paçavralarını kırmızıya boyarken kadın asker,
“Başka kaçmak isteyen?” diye Stormcloak’lara seslendi. “Diğerine geç!”
Sıra kendisine gelmişti. Kaçmaya niyeti yoktu, hele ki hırsızın cansız bedeninin görüntüsünü görmüşken buna bir başkasının daha cüret edebileceğini hiç sanmıyordu. Bir süre isminin okunmasını beklese de Hadvar’ın sesi çıkmadı. Bir elinde ki listeye bir ona bakıp anlam veremiyormuşçasına tüy kalemini emiyordu.
“Sorun nedir Hadvar? İsmi oku!”
“Efendim bir sorun var.” diye kadına karşılık veren Hadvar sonra ona dönerek sordu. “Kimsin sen?”
“Aodray.” dedi dudaklarından çıkan isme inanamayarak. Bulanık zihni ona sanki kıyak geçmiş ve isimsiz ölmesini engellemiş gibiydi. Söylediği şeyden emin olmak istiyormuş gibi yineledi:
“İsmim Aodray.”
“Gerçektende bir sorun var efendim.” dedi Hadvar elindeki listeyi göstererek. Kadın listede ismi arayıp bulmaya çalışsa da başaralı olamamıştı. Listeden başını kaldırıp Aodray’a gözlerini kısarak baktı:
“Adının bu olduğuna emin misin mahkum?”
“Evet!”
Kadının buna inanmadığı çok açıktı. Hadvar’a dönerek, “Liste umurumda bile değil, bloklara gidiyor!” dedi.
“Ama efendim!”
“Sana bloklara gidiyor dedim!” dedi kadın asker her bir heceye bastırarak. Komutanın çıkışı karşısında daha fazla itiraz edemeyen Hadvar üzgün bir havayla Aodray’a döndü:
“Üzgünüm. Eğer teselli olacaksa, en azından kendi vatanında öleceksin Nord.”
“Beni izle mahkum!” diye seslendi kadın asker. Aodray kadının dediğini yaptı ve diğer mahkumların yanında sıraya girdi. Sırayı kontrol ettiğinde kendisinin ikinci olduğunu fark etti. Sıranın başında kızıl saçlı bir Nord korkusuzca bloklara bakıyordu. Ralof ise Sovngarde yoluculuklarında ona destek olurcasına yanındaydı.
“Ulfric Stormcloak!” diyerek öne çıktı General Tullius. “Bazıları Helgen’de bile seni kahraman olarak çağırıyor!” Aynı zamanda kalabalığa da hitap ediyordu. “Fakat bir kahraman gücünü tıpkı bir katil gibi tahtı ele geçirmek, kendi kralını öldürmek için kullanmaz!”
Ulfrick Stormcloak bezin ardından delicesine bir şeyler söylese de kimse ne dediğini anlamadı. Eh sonuçta Tullius’un amacıda buydu. İşaret parmağını Ulfric’e doğrultarak devam etti:
“Savaşı sen başlattın, Skyrim’i kaosa sen sürükledin, ve şimdi İmparatorluk barışı yeniden sağlamakla yükümlü!”
Tullius’un konuşmasının hemen ardından gökten korkunç bir ses duyuldu. Askerler, mahkumlar, halk aynı anda başlarını göğe çevirip sesin kaynağını aradılar. Onları iliklerine kadar titreten bu ses dağlarda yankılandı ve onlar kaynağını bulamadan yok olup gitti.
“Bu seste neydi?” diye bağırdı Hadvar.
“Hiçbir şey! Devam edin!” diye cevapladı General Tullius sükuneti yeniden sağlamak için. Sesin kendisi gibi etkisi de bir anda üzerlerinden kalkmıştı.
Kadın asker sıranın başındaki kızıl Stormclok’un yanına gitti ve onu bloklara doğru iteledi. Rahibe de bu sırada ölecek olanın ruhu için dualarına başladı:
“Senin ruhunu alırken, sekiz tanrının ışığı seninle olsun, sen tuz ve toprak olacakken-”
“Talos aşkına kapa çeneni kadın!” diye bağırdı bloğa yaklaşan Stormcloak. “Dua edeceğinize bitirin şu işi!”
Keşiş duasının yarıda kesilmesine bozulmuş olsa da belli etmedi ve meydan okur bir havayla, “Sen nasıl istersen.” dedi.
Kadın asker Stormcloak’ın omuzlarına bastırıp dizleri üzerine çöktürdü. Sonra da ayağını sırtına koyup onu bloklara yatırdı. Kızıl Nord işlerin yavaşlığından yakınıyormuşçasına yine bağırdı:
“Hadi artık bütün sabah bekleyemem!” Cellat baltasını tembelce havaya kaldırınca da İmparatorluk askerlerine hitap ederek, “Atalarım şu an bana gülümsüyor, siz güneyliler, sizler aynısı söyleyebilir misiniz?”
Kalabalık nefesini tutmuş bir halde inen baltayı izledi. Balta ölümle cesurca yüzleşen Stormclok’un boynuna indiğinde nefesler bırakıldı ve cansız beden boynundan kanlar fışkırırken bloğun yanına taş gibi düştü.
“Lanet Güneyliler!” diye bağırdı infaz sırasında ki Stormcloak’lardan biri. Meydana toplaşanlar bir ağızdan kendi tuttukları tarafı öven diğerini aşağılayan naralar atmaya başladılar. Durum kontrolden çıkmıştı, ilk infaz sessiz çeneleri çözmüştü. Aodray, Ralof’un mırıldanarak, “Ölürken de hayatta olduğun gibi korkusuzdun kardeşim.” dediğini duydu.
Kadın asker curcunanın içinde sesi duyurmaya çabalayarak, “Sıradaki mahkum!” diye bağırdı. Kimse oralı bile olmadı. Fakat gökten gelen ikinci ses ilkinde olduğu gibi bütün Helgen’i anlık sessizliğe gömecekti.
Bu seferki daha netti. Daha anlaşılabilirdi. Aodray “Bu şüphesiz ki bir kükremeydi.” diye düşündü. Fakat kükremenin gökten gelmesi hem garip hem de korkutucuydu. Yukarıda bir şey vardı ve bu şey ne haltsa onlara fazla yakındı. Aklına gelen bu korkunç düşünceyi hemen uzaklaştırmaya çalıştı. Ölümüne odaklanması gerekiyordu.
“Sıradaki mahkum dedim!” dedi kadın asker yine her bir heceye vurgu yaparak. Kükreme sesi nedeniyle herkes sustuğundan bu sefer rahatlıkla duyulabilmişti.
Aodray başını Ralof’un olduğu bölüme çevirdi. Üzgün bir halde gülümsüyordu. Gülümsemesine karşılık vererek hikayesinin sonu olacak bloğa yürümeye başladı. İki el onu omuzlarından aşağıya sertçe indirip ölümüne biraz daha yaklaştırdı. Ardından sırtında hissettiği metal botların baskısıyla boynunu sıcak kanla ıslanmış taşa dayadı.
Birazdan her şey bitecekti. Ralof, “Bir Nord’un son isteği evinde olabilmektir.” demişti ama Aodray evini asla bilemeyecekti. Hammerfell sınırda neden baygın bulunduğunu asla bilemeyecekti. Acaba Hammerfell’dan mıydı? Ya da bekli de Skyrim’den Hammerfell’a geçmeye çalışırken bayılmıştı. Onu bayıltanın ve hafızasını allak bullak edenin başına yediği darbe olduğunu biliyordu ama bunu bilmesi neye yarardı ki?
Balta boynuna inmek üzereyken duyduğu bir çığlıkla celladın dikkatinin dağıldığını gördü. Ortalık karışmıştı. Kalabalık yüzlerini gökyüzüne çevirmiş haykırıyordu. Aodray bloğa yaslanmış olduğundan sadece celladı ve arkalarında yükselen gözcü kulesini görebiliyordu. Şu anki görüş açısıyla kalabalığı dehşete düşüren şeyi görmesine imkan yoktu.
Sonunda kulenin tepesinde onu gördü. Cellat çoktan baltasını atıp kaçtığından adeta onunla yüz yüzeydi. Devasa kanatları kulenin tepesini boydan boya kaplıyordu. Sürüngenimsi upuzun vücudu, kuyruğuyla beraber kulenin kendisinden de uzundu. Kara pullu derisi sırtında diken dikendi. Sert kafatasının ucundan sivri ve ürkütücü iki boynuz fışkırmıştı. Gözleri ise diğer her şeyden daha korkunçtu, kırmızı renkli parlayan iki koca göz!
Şeytan, bir ejderha kılığında Skyrim’e inmiş gibiydi!