Şu ana kadar sorun yok, bu iyi. Düşman olarak bellendiği topraklara giriş yapmak her ne kadar pervasızca da olsa şu anda bunun sonuçlarını düşünecek durumda değildi. Bir görevi vardı ve karşısındaki insanlar bunu anlamak zorundaydılar. Konu Skyrim’e İmparatorluk’un ve ya Stormcloak’un hâkim olması değildi. Zaten başarısız olursa hâkim olunacak bir Skyrim kalacağını hiç sanmıyordu.
At arabası sallanarak yokuşu tırmanıyordu. Solitude’un hemen dışındaki tarım arazilerini, çiftlikleri, değirmenleri bir bir geçiyorlardı. Arabada birkaç yolcu daha olmasına rağmen insanların gözü sadece bir kişinin üzerindeydi. Stormcloak’un mavi üniformasını giymiş olan Nord, pekte sıcak bakışlarla karşılaşmamıştı. Bunun umurunda olduğu da söylenemezdi. Yine de kendiside biliyordu ki bu hafiften Tullius ve askerlerine bir gözdağıydı.
Sonunda baş şehrin devasa gri surları görünmüştü. Skyrim’de gördüğü tüm surlardan daha yüksektiler. Aşılamaz koca duvarların tepesinden aşağıya kırmızı flamalar iniyordu. Flamalara işlenen ejderha işlemeleri güneş ışığıyla parlıyordu. Şehrin cümle kapısına dayandıklarında Aodray ve diğer yolcular abadan indiler. Kapı muhafızı gelenleri tek tek sorguya çekmeye başlamıştı.
Sıra Aodray geldiğinde, muhafız sanki bu anı uzun süredir bekliyormuş gibi,
“İmparatorluk topraklarına gelmenin aptallık olduğunu kimse sana söylemedi mi?” diye sordu. Sesindeki nefret gayet anlaşılabilirdi.
“Sanırım söylenenlerden bir kaçını kaçırmışım.” dedi Aodray başını kaşıyarak. Muhafız espriden etkilenmemişti.
“Stormcloak’lar için her zaman fazladan hücremiz vardır?” diye kılıcını çekti.
“Hiç sanmıyorum!”
“Kimsin sen Nord?” diye sordu muhafız. Kılıcını savaş pozisyonunda tutuyordu. “Seni gebertmeden önce ismini duymak istiyorum.”
“Adım Aodray.” dedi Aodray gözlerini muhafıza dikerek. “Whiterun Jarl’ın himayesindeyim. Eh, birbirimizi daha iyi tanımamız konusunda ilerlemeye devam etmek istiyorsan bazıları beni Ejderdoğan diye çağırır.”
Solitude kapı muhafızı geriledi ve yavaşça kılıcını indirdi. Miğferi nedeniyle yüzü görünmese de şok ifadesiyle Aodray’a baktığı çok belliydi.
“Beni takip et.” dedi kapıların açılması için emir verdi.
Aodray ilerlemedi. Buraya suçluymuş gibi girmeyecekti. Bu insanlar, kısa süre önce boynunu vurmak isteyen kişilerdi.
“Hayır, seninle gelmiyorum muhafız.” dedi olduğu yerde dikilerek. “Ben sizin savaş tutsağınız değilim. Savaşınız ve diplomatik ilişkileriniz beni ilgilendirmiyor. Bir görevim var…”
“İstesen de istemesen de gelmek zorundasın Nord.” dedi muhafız. “Eninde sonunda Ejderdoğan’ın Solitude’da olduğu bilgisi yayılacak ve General Tullius seni görmek isteyecek. O yüzden beni takip et ve seni ona götüreyim. Merak etme tutuklu filan değilsin.”
“Zaten denediğinizi görmek isterdim.” dedi Aodray kollarını kavuşturarak ve muhafızı takip etmeye başladı.
Aodray daha önce Whiterun ve Windhem’de bulunmuştu. Solitude onlarla karşılaştırılamaz bir noktadaydı. Skyrim’in soğuğundan uzağa kurulmuştu. Gün ışığı taşlarla örülü sokakları yıkıyordu. Binalar düzenli, bakımlı görünüyordu. Şehrin ucundaki Büyük Mavi Saray göğe doğru haşmetle yükseliyordu. Halk, şehrin orta yerine kurulu tezgâhlardan alış veriş yapıyor ve günlük dedikodular hakkında konuşuyordu. Kendi işleriyle meşgul göründükleri söylenebilirdi ama yine de çoğu Aodray geçerken meraklı gözlerle onu süzmüştü. Solitude’da mavi üniformalı adamlar görmeye alışık değillerdi.
Muhafız, şehir’in ana yolundan sola girdi ve çok yüksek olmayan bir yokuşu tırmanmaya başladılar. Burası şehrin kalanından surlar ve kemerli geçitlerle ayrılmıştı. Bir köşede nalbant elindeki çekiçle zırhları sağlamlaştırıyordu. Geçidin gerisinde açık bir alan vardı ve askerler talim yapıyorlardı. Okçular hedef tahtalarına düzenli bir şekilde oklarını yollarken, diğerleri kendi aralarında mücadeleye girmişti. İki muhafızın beklediği kapıya geldiklerinde talim askıya alınmış gibiydi. Yüze yakın asker, Aodray’a bakıyordu. Aodray aldırmıyormuş gibi görünmeye çalıştı.
İçinde tuhaf bir his vardı. Şehre gelirken tek düşündüğü Malborn denen Elf ile görüşmekti. Şu an hedefinden hızla uzaklaşıyordu. Tullius ile ne konuşacaksa kısa kesmesi gerekiyordu.
***
Uyuyan Dev’in bodrumunda iki kişi kafa kafaya vermiş önlerindeki sorun hakkında tartışıyordu. Kynesgrove’da gördükleri şeyler zamanlarının ne kadar kısalmış olduğunun kanıtıydı. Ejderhalar, Skyrim’i istila etmeye başlamadan önce onları durdurmaları gerekiyordu. Aodray, ejderhalar ile Thalmor arasında bir bağlantı kuramasa da, Delphine işin içinde onların olduğundan emindi. Eh, içgüdüleri bir kez gerçeğe dönmüştü, ikinci sefer de aynı şeyin olmayacağını kimse söyleyemezdi.
“Kafamda, seni oraya nasıl sokacağımız hakkında bir plan var aslında.” dedi Delphine düşünceli bir şekilde.
“Nasıl yani, sen gelmiyor musun?” diye sordu Aodray.
“İşte bu kötü bir fikir olurdu, inan bana.” diye güldü Delphine. “Beni tanıyorlar, fakat sen… Henüz senin hakkındaki her şeyi bildiklerini sanmıyorum.”
“Bundan emin olamayız. Ben Windhelm’e gittiğimde oradaki birçok kişi beni tanıyordu.” diye fikir yürüttü Aodray.
“Unutma ki orada hiç Thalmor yoktu Aodray.”
“Tamam, dediğin gibi olsun.” dedi Aodray teslim olarak. “Gelelim en can alıcı noktaya; beni Thalmor Elçiliği’ne nasıl sokmayı düşünüyorsun?”
“Thalmor elçisi, Elenwen, zenginler ve Skyrim’in önemli kimseleri için düzenli olarak partiler veriyor.” diye anlatmaya başladı Delphine. “Anlarsın ya, ilişkileri sıcak tutmak.”
“Devam et.”
“Seni bu partilerden birine misafir olarak sokmayı planlıyorum. Çünkü elçilik arka kapıdan sızabileceğimiz bir yer değil. Çevresindeki Thalmor askerleri sürekli olarak tetikteler. İçeri izinsiz girmemiz imkânsız.”
“İçeriye girebildim diyelim, sonra ne olacak?”
“Doğru anda partiden ayrılıp, Elenwen’in ofisini bulmanı istiyorum Aodray. Ofisinde bir şeyler gizlediğine eminim.”
“Bu anlattığın şeyler aklıma hiç yatmıyor Delphine.” diye kuşkusunu belirtti Aodray. “Tek başıma bu kadar rahat edebileceğimi hiç sanmıyorum, hem de hiç.”
“Aodray, sana daha önce de aptal bir kadın olmadığımı söylemiştim. İçeride yalnız olmayacaksın. Elçilikte çalışmakta olan bir bağlantım var. İsmi Malborn, Orman Elf’i. Kendisi bu görevde rol almaya pek gönüllü olmasa da sana yardım edecek.”
“Ona güvenebilir miyim?”
“Thalmor’dan nefret etmek için birçok sebebi var ve evet, ona güvenebilirsin.” diye cevapladı Delphine. “Seninle Solitude’daki Winky Skeever Hanı’nda buluşacak.”
“Başka bir yer olsa? Solitude’da gitmek istemiyorum.”
“Eninde sonunda oraya gitmen gerekecek.” dedi Delphine. “Merak etme, sen Ejderdoğan’sın, Tullius’un sana bulaşacağını sanmıyorum.”
“Umarın dediğin gibi olur. Solitude, Thalmor ve Elf Malborn… Kulağa kötü bir fikirmiş gibi geliyor.”
“Malborn hakkında bu kadar endişelenme.” dedi Delphine. “Senin için tehlikeli biri değil ve Thalmor’dan en az benim kadar nefret ediyor.”
“Neden ki?”
“Thalmor, onun Walenwood’daki ailesini kılıçtan geçirdi. Ve şansımıza Thalmor onun aslında kim olduğunu bilmiyor. Zaten bilseler içki servisi için kesinlikle başkasına güvenirlerdi.”
“Tamam, Delphine yapalım şu işi.” dedi Aodray masadan kalkarak.
“Aodray bu arada senden bir isteğim var.” dedi Delphine onu durdurarak. “Sana dokunamayabilirler ama yine de Solitude’a bu üniformayla gitmemelisin.”
“Yo hayır, bu şekilde gideceğim. Benim savaşım onlarla değil, anlamak istemezlerse de kendi yolumla onlara gerekli açıklamayı yaparım.”
***
“General Tullius, efendim, yanımdaki Nord, Ejderdoğan olduğunu ve Whiterun Jarl’ı Balgruuf’un himayesi altında olduğunu söyledi. Görüşmek isteyebileceğinizi düşündüm.”
“Teşekkür ederim asker, gidebilirsin.” dedi General Tullius sert bir tavırla.
Yüzü Aodray’a dönük değildi. Daha doğrusu ona bakmaya tenezzül etmiyordu.
“Aradığın şey burada değil Stormcloak. Solitude’u terk et!” dedi aynı sert tavrı sürdürerek.
“Beni Büyük General Tullius’un yanına sırf şehirden kovulmam için mi gönderdiler?” diye dalga geçti Aodray. Aslında inanılmaz sinirliydi, sadece sinirini dışarıya bu şekilde vuruyordu. Ivarstead’in işgali emrini veren herif buydu, onu bloklara gönderen emrin döküldüğü dudaklar onunkilerdi.
“Stormcloak, şu anda idam edilmemiş olmanın tek sebebi ismin ve Jarl Balgruuf’un himayesi.”
“Ama bunu denemediğini söyleyemezsin?” diye soğuk bir şekilde konuştu Aodray.
“Sen ne-”
General, Aodray’a haddini bilmek üzere yüzünü dönmüştü. Ama şu anda bağırıp çağırmaktan çok uzaktı. Yüzünde şok ifadesi vardı.
“Seni hatırlıyorum, Helgen’deydin.”
“Bende hatırladım.” diye karşılık verdi Aodray. “Sanırsam handa tanışmıştık.”
Aodray, İmparatorluk’un en önemli adamlarından biriyle dalga geçtiğinin farkındaydı. Dalga geçmek zorundaydı çünkü kılıcına uzanıp Tullius’un başını koparmamak için kendini zor tutuyordu. Rahatlaması ve görevine bir an önce dönebilmesi için yapabileceği tek şey buydu.
“Benimle bu şekilde konuşamazsın Nord!” diye patladı Tullius. “Sen bir Stormcloak olarak diğer isyancılarla beraber idama gönderildin. Bir isyan çıkarttınız, benim karşı hamle yapmayacağımı mı düşünüyordun?”
“O zaman ismimin listede olmaması hakkında ne düşünüyorsun?”
“Ben… Bunu bilmiyordum.” dedi General Tullius arada kalarak.
“Stormcloak askerleri beni sınırda baygın bir şekilde buldular. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Ve ilk gördüğüm şeyse İmparatorluk’un adaleti oldu.”
“Yani bir Stormcloak değilsin.”
“O gün değildim General.” diye yeniden cevabı yapıştırdı Aodray. “Şu an sizinle ve savaşınızla bir işim yok. Buraya beni ilgilendiren bir görev için geldim ve kısa süre içinde şehri terk edeceğim. Size tavsiyem çok geç olmadan bu savaştan vazgeçmeniz olacaktır. Daha büyük bir tehlike Skyrim’i tehdit ediyor. Onu gördünüz!”
General Tullius dev yaratığı hatırlamıştı. Birden bedenini ürperti kaplamıştı.
“Hatırladınız değil mi?” diye konuştu Aodray. “O gördüğünüz kâbus Skyrim’in asıl düşmanıdır. Stormcloak ya da başka bir şey değil. Artık masum insanları hiç için katletmeyin. Bu Ejderdoğan’ın size tavsiyesi ve uyarısıdır.”
“Ben Ivarstead ile ilgili hiçbir şey bilmiyorum.”
“Ama ben biliyorum!” dedi Aodray ve kapıdan çıkıp gitti.
General Tullius birisinin onunla bu şekilde konuşmasına izin veren biri değildi. Fakat Aodray’ın söylediklerine karşı kendisini savunmasız hissetmişti. Ona dokunamazdı, tutuklayamazdı. Gitmesine izin vermek zorundaydı.
“Aptal Nord. Kadınının zindanlarımızda ziyaretçi olduğunun farkında bile değilmiş. Artık başka işi neyse?”
Tullius hışımla arkasını döndü. Konuşan Greenale’ydi. Muhtemelen aralarında geçen diyaloga kulak misafiri olmuştu.
“Senin burada olmaman gerekiyor.”
“Sizin de bir Stormcloak’un gitmesine izin vermemeniz gerekiyor.”
“Bilesin diye söylüyorum elf!” diye kadına döndü Tullius. “O adam Tamriel’in krallarının gücüne sahip. İmparatorluk’un öyle birini tutuklamasını mı bekliyorsun? Sen bir askersin, sana sorulmadığı sürece fikirlerini kendine saklamanı öneririm. Yoksa zindana giren sen olursun. Şimdi bu odadan defol!”