Ejderdoğan – Bölüm 2

Halk bağrışıp kaçarken askerler silahlarını çektiler. Dört bir yandan okçular oklarını kulenin üstündeki kanatlı deve fırlattılar. Oklar dikenli deriye çarpıp kırılırken Ejderha koca ağzını sonuna kadar açtı ve gelen şok darbesi Helgen’i vurdu. Aodray’da bloktan fırladı.

Çığlıklar uzaktan geliyordu. Kulağına gelen seslerin hepsi anlamsız ve boğuktu. Üstelik başı… Başı bir önceki duruma ironi yaparcasına koparcasına ağrıyordu. Nefes alırken genzine toprak kaçtığından şiddetle öksürerek yüzünü döndü.

Kanatlı dev Helgen’i saniyeler içerisinde yıkmıştı. Konduğu kulenin üst bölümü göçmüştü. Samandan yapılma dayanıksız çatılardan alevler yükseliyordu. Yanı başında birkaç İmparatorluk askerinin cesedini gördü. Ölümlerine neden olan şey ise tam üstlerinde Helgen’e alev yağdırmakla meşguldü. Son kurbanı olan Stormcloak askerinin kararmış bedeni hemen yakınlarında yere düştüğünde acilen yerden kalkması ve kapalı bir yere sığınması gerektiğini anladı.

Elleri hala bağlıydı bu yüzden ayağa kalkmak işkence gibiydi. Bir süre sırtüstü debelendikten sonra sırtını topraktan yukarı kaldırmaya başarmıştı. Fakat bu kadar yavaş davranırsa ejderhanın bir sonraki hedefi kendisi de olabilirdi.

Dizlerini kırıp ayağa kalkmak için hamle ederken bir çift el onu koltuk altlarından destekleyerek yardım etti.

Ralof elindeki bıçakla şeritleri keserken keşmekeşin içinde bağırarak konuştu:
“Acele et, beni izle kardeşim! Tanrılar bize bir dahaki sefere böyle bir şans tanımayabilir!”

Aodray’ın itiraz edecek hali olmadığından diğer kuleye doğru koşan Ralof’u izledi. Tam zamanında içeri kaçmışlardı çünkü ejderha Aodray’ın biraz önce yattığı yere büyük bir gümbürtüyle konmuştu. İçeri girdiklerinde Ralof kule merdivenlerinin dibinde yatan iki yoldaşının yanına gidip durumlarına baktı.

“Durumları nasıl Ralof? İyileşebilecekler mi?”

Kulede yalnız olduklarını düşünmüştü ama anlaşılan bu doğru değildi. Kendinden emin, saygı uyandıran tok sesin sahibini kargaşa ve acele yüzünden ilk başta fark etmemişti. Ulfric Stormcloak kurtulmuştu ve kuleye kaçanlar arasındaydı.

“Ölmüşler efendim!” dedi Ralof üzüntüyle ayağa kalkarak. Sonra kulenin dışını göstererek, “Bu şey de ne? Efsaneler doğru olabilir mi?”
“Efsaneler köyleri yakıp yıkmaz Ralof”  diye cevap verdi Jarl. “Acele edin buradan kaçıyoruz.” O anda kulenin kapısı açıldı ve içeriye birkaç Stormcloak askeri daha bitap bir şekilde, dehşet içinde girdi.
“Yorulmanın sırası değil kardeşlerim!” diye onları yüreklendirmeye çalıştı Jarl Ulfric. “Buradan gidiyoruz, yukarı çıkmalıyız!”

Kulenin spiral merdivenlerini hızla tırmanmaya başladılar. Başta her şey yolunda gitti ama orta katlara geldiklerinde olan oldu. Duvar büyük bir gümbürtüyle yıkılıp molozları etrafa saçtı. Ulfric ve adamları aşağıda kalırken Aodray ve

Ralof yukarıda kalmışlardı. Tozların içinde belli belirsiz iki kırmızı göz gördüklerinde korkuyla ikisi de açıklıktan uzağa kaçtılar.

“Yol.”

Ejderha merdivenleri alevleriyle yıkıyordu. Kendilerini yakıcı akımdan korumaya çalışarak duvarla bir oldular ve gitmesini beklediler. Kanatlı şeytan bir süre sonra kuleden ayrılıp kendisine hala meydan okumakta olan diğer askerlerin olduğu yere doğru havalanınca duvardaki açıklıktan harabeye dönmüş manzaraya baktılar.
“Jarl Ulfric haklıymış.” dedi Ralof derinden bir sesle.

Kulenin altında bir evin kül olmuş çatısı atlamaları için oldukça uygun görünüyordu. Önce Aodray gerilip kendini çatıya doğru fırlattı, ardından da Ralof. Düştüğünde birkaç kez çatının üzerinde yuvarlansa da tahmin ettiğinden daha iyi bir düşüş olmuştu. Ejderha onunla savaşan İmparatorluk askerleriyle uğraştığından yanından geçen iki Nord’u görememişti.

“Lanet olsun, Nereye gidiyoruz biz?” diye bağırdı Aodray. Ralof koşarken nefes nefese cevap verdi.
“Helgen Kalesi, eminim oradan dışarı çıkış vardır.”
“İyi de içeride İmparatorluk Muhafızları kol geziyordur.”
“İnan bana şu kanatlı şey kadar kötü olamazlar.”

Helgen Kalesi’nin yakınına yanaştıkça asker sayısı artıyordu. Ama kimse yanlarından geçip giden iki Stormcloak üniformalı Nord’u umursamıyordu. Onların tüm dikkatleri gökteydi. Okçular yaylarını delicesine geriyor, büyücüler büyülerini bocalıyordu. Kalenin kapısına vardıklarında tanıdık bir askerin sesiyle yakalandıklarını anladılar.

“Hey! Nereye kaçıyorsunuz?” diye bağırdı Hadvar koşarak yanlarına gelirken.
“Sence ne gibi görünüyor güneyli?” diye öfkeyle karşılık verdi Ralof.
“Tamam, sakin olsana sen, yoksa fark edileceksiniz!” dedi Hadvar sesini biraz alçaltarak. “Kalenin içinde sağ taraftan gidin, Riverwood yoluna açılan bir geçit var o tarafta.”
“Sen bize yardım mı ediyorsun güneyli?” diye şaşırmış bir tavırla sordu Ralof.
“Sana değil ona ediyorum hain!” dedi Hadvar, Aodray’ı göstererek. “İşlemediği suçlar yüzden az kalsın idam edilecekti. Onun buradan kaçmasını istiyorum, seninle bile olsa!”

Hadvar kılıcını çekip biraz ötede yere inen ejderhanın üzerine doğru giderken Aodray ve Ralof kendilerini kaleye attılar.

Kalenin ana girişi dairesel yapıdaydı ve girişe ulaşabilmek için çürümüş tahtaların desteklediği ufak bir kemerli geçitten geçmek gerekiyordu. Duvarlar doldurulmuş hayvan başlarıyla süslenmişti fakat bu bile Helgen Kalesi’nin bakımsız görüntüsünü değiştiremiyordu. Zemin ve duvarlardaki çatlaklarda rutubet nedeniyle yosun tabakası oluşmuştu. Hafiften bir küf kokusu Aodray’ın burnunu rahatsız ediyordu. Koku, serilen eski püskü halıdan geliyordu. Girişin iki ucundaki paslı, demir parmaklıklı kapılar kalenin derinliklerine uzanan odalara çıkıyordu. 

Karşıdaki ufak masanın dibinde birkaç Stormcloak ve İmparatorluk askerinin cesetleriyle karşılaştılar. İnsanlar dışarıda ejderhayla boğuşadursun, kalenin içinde başka bir hesap görülüyordu.  Ralof yanlarına giderek iki kılıç aldı ve birini Aodray’a fırlattı. Aodray kendisine gelen kılıcı ustaca kavradı ve havada bir kez çevirerek savaş pozisyonunu aldı.

“Sen kılıç kullanmayı biliyorsun galiba dostum!” dedi Ralof az önceki estetik hareketi kastederek.
“Galiba.” diye cevapladı Aodray. Cidden kılıcı nasıl öyle sallamıştı?

Ralof sağ taraftaki demir parmaklıklı kapıya giderek, “Hadvar bu kapıyı tarif etmişti” dedi ve kapıyı açmaya çalıştı.
“Kilitli!” dedi Aodray’a dönerek. “Cesetlere bir bak bakalım belki anahtarları bulabiliriz”

Aodray hemen askerlerin cesetlerinin üzerini aramaya başladı. Anahtarın konulabileceği küçük, cep gibi bir şey bulsa yeterdi.

“Bu taraftan Kaptan!”
“Lanet!” diye fısıldadı Ralof arkalarındaki diğer demir kapıya bakarak. “Birileri geliyor.”
“Ne yapacağız?”

Ralof cevabı veremeden kapı açıldı ve içeriye infaz sırasında etrafa emirler yağdıran kadın kumandan ile beraber bir kişi daha girdi. Onları görmüşlerdi, hemen kılıçlarını çektiler. Aodray ve Ralof bir an göz göze geldiler. Savaşmaktan başka çareleri yoktu. Birbirlerine sessiz bir dayanışmayla ölmeyeceklerine dair söz verdikten sonra onlarda kendi kılıçlarını düşmanlarına doğrulttular.

Kadın, Aodray’a saldırmıştı. Tam üstüne gelen güçlü kılıç darbesini kendi kılıcını blok pozisyonunda tutarak savuşturmayı başardı. Başı hala ağrıyordu ve bunu nasıl yapabildiğini, darbeyi nasıl savuşturabildiğini düşünecek hali yoktu.

Zaten durumu da böyle gereksiz detayları düşünmeyi imkansız kılıyordu. Savaş halindeydi. Öfkeli bir askerle ölümüne mücadele ediyordu. İkinci hamleyi de kadın yaptı: Kılıcını Aodray’ın başını bedeninden ayırmak için savurdu. Bu sefer ani bir refleksle eğildi ve kadın boşa savurduğu kılıcın ivmesiyle sendeledi. Açığını bulmuştu, kılıcını kadının boynu ve omzunun birleştiği bölgeye hızla indirdi.

Kanlar kılıcın indiği kırılmış kaburga kemikleriyle beraber dışarıya taştı. Aynı anda Ralof’un da dövüşü sona ermişti. Onun rakibi de başsız bir şekilde taş zeminde yatıyordu. Aodray kadının cesedine eğildi boynuna asılı anahtarı kopartarak çıkarttı.

“Böyle savaşmayı nereden öğrendin?” dedi Ralof etkilenmiş bir ifadeyle. “Karşılaştığın rakip bir imparatorluk kaptanıydı.”
“Ben, bilmiyorum. Hatırlamıyorum.” dedi Aodray anahtarı sıkıca kavrayarak. “Hadi çıkalım artık şu lanetli yerden!”

Kapıyı arkalarından kilitleyip alt kata inen merdivenlere koştular. Kapıyı kilitlemişlerdi çünkü arkalarından gelecek herhangi bir sürpriz saldırıyla uğraşmak istemiyorlardı.
“İşte oradalar!” diye bağırdı bir imparatorluk askeri merdivenleri indikleri anda. Aodray ve Ralof hazırlıksız yakalanmışlardı ve onlara doğru gelmekte olan askerler hayli kalabalıktı.

Ejderhanın korkunç kükremesi bir kez daha duyuldu. Koridor tekinsiz bir şekilde sarsıldı. Yüksek tavanda ki taşların yerlerinden oynadığı hissedilebiliyordu. Onları kıstırmış olan askerler gerilemişlerdi. Tavan büyük gümbürtüyle çöktü.

Kimisi kendini diğer tarafa atıp kurtulurken onlar kadar şanslı olmayanlar moloz yığınları arasında kalıp can verdiler.

Aodray, “Ucuz atlattık” dedi Ralof’a dönerek.
“Haklısın” diye onu onayladı Ralof etrafı saran toz bulutunun ardından. Sesi boğuktu çünkü konuşurken aynı zamanda toz yutmamaya da çalışıyordu.

Kör topal koridor çıkışına kadar ilerlediler. Aodray ellerini gözlerine siper etmişti. Pek bir şey göremiyordu. Aynı şekilde Ralof da elleriyle duvarı destek alarak yolunu bulmaya çalışıyordu. Tavan çöktüğünden gün ışığı, tozun ve dumanının içinde dans ediyordu. Aslında güzel bir görüntüydü. Fakat kalenin üstünden geçen kara bir görüntü adeta kabus gibi üstlerine çöktü. Ejderha onlar için geri dönmüştü.

Oyalanacak vakit yoktu. Aodray gözlerini siper etmekten vazgeçip tam karşılarındaki büyük kapıya doğru koşmaya başladı. İkisi de hayatları için koşuyordu. Bloklardan onları kurtaran şey şimdi kaçtıkları sonu bir kez daha ayaklarına getirmişti.

Alevler tozları yakarak üstlerine gelirken son anda kapıyı aralayıp kendilerini tünele attılar. Tünelin içinde hızlarını kesmediler. O şeyden ne kadar uzakta olursalar o kadar iyiydi. Sonunda tünelin ortalarında bir yere geldiklerinde Ralof onu durdurdu.

“Tamam, duralım.” dedi elini Aodray’ın omzuna koyarak. Yaşadıkları şeyler nedeniyle tükenmiş ve nefes nefese kalmıştı. Onu görünce kendisinin de ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Başındaki ağrı artık dayanılmaz değildi ama yorgunluk bacaklarını, kollarını, her yerini vurmuştu. Üstelik karnı da açtı. En son ne zaman bir şeyler yediğini hatırlamaya çalıştı. Doğal olarak hatırlayamadı.

“Ralof.” dedi ilk kez adıyla seslenerek. “Buradan çıktık diyelim. Nereye gideceğiz?”
“Kardeşim ve kocasının yaşadığı Riverwood’a gidiyoruz.” diye cevapladı Ralof. “Eminim sen de benim kadar yorgunsundur. Kardeşim ikimizi de memnuniyetle misafir edecektir.”
“Peki, çok uzak mı? Daha ne kadar ayakta kalabilirim bilmiyorum.”
“Merak etme köy buraya oldukça yakın…”
“Aodray” diye tamamladı Ralof’un cümlesini. “O manyak kadın bizi sıraya dizdiğinde söylemiştim aslında.”
“Kusura bakma Aodray bir an unutmuşum.”
“En azından sen bir anlığına unutmuşsun.” dedi Aodray gülerek. “Ben hayatıma dair hiç bir haltı hatırlamıyorum. Buna ne dersin?”

İki Nord’un kahkahaları karanlık ve soğuk geçitte yankılandı. Yaşadıkları olayların gerilimi, yorgunluk, açlık ve hatta onları dehşete sürükleyen kanatlı devin alevleri bir anda yok olup gitmişti. Hiçbirinin zerre kadar önemi yoktu.

İkisi de bir dost kazanmışlardı. Geçmişini hatırlamayan Aodray içinse bu beklenmedik dostun önemi o kadar büyüktü ki. Kahkahası durulunca Ralof’a:

“Her şey için çok teşekkür ederim.” dedi.
“Ben sadece kendi halkımdan bir insana yardım etmeye çalıştım.”

Geçitten çıkmak için yaklaşık on dakika kadar yürüdüler. Helgen kalesinin geneline hakim olan bakımsızlık geçide de hakim olduğundan pek konuşmamışlardı. Burunlarındaki rutubet kokusu başlarını döndürecek kadar kötüydü zaten. Bir de konuşarak burunlarına ağızlarının da destek vermesinden kaçınmışlardı. Bu yüzden muhabbetleri dinlendiklerinde konuştuklarıyla sınırlı kalmıştı. En sonunda geçitten çıktıklarında onları karşılayan güzel dağ çiçeklerinin kokusuyla kendilerine gelebildiler. Soldan akan nehir güzel bir şarkının ezgileri gibi çağıldıyordu. İki taraflarında yükselen dağların tepelerindeki sis bulutları ve kar Skyrim’in bu güzelliğine son katkıyı yapıyordu.

“Bize katılmak ilgini çeker miydi?” diye sordu Ralof. Konuşmaya başladığında Riverwood’a çıkan patikayı çoktan yarılamışlardı.
“Size katılmak derken?” diye sordu Aodray. Çevresindeki doğaya öylesine dalıp gitmişti ki Ralof’un sorunu tam olarak anlamamıştı bile.
“Bir Stormcloak olup özgür Skyrim için savaşmayı kastediyorum.” diye cevapladı Ralof. “İmparatorluğun gerçek yüzünü biraz önce gördün.”
“Görmesine gördüm ama…”
“Çekimser olma Aodray.” diye araya girdi Ralof. “Kalede o kadınla nasıl savaştığını gördüm. Karşılaştığın bir kaptandı ve o tarz biriyle karşılaşıp hayatta kalabilmek o kadar kolay bir şey değil.”
“Bir de nasıl yapabildiğimi bilebilsem tam olacak desene.” dedi Aodray gülerek.
“Nasıl yaptığının hiç bir önemi yok. Yapıyor olman yeterince makul.” diye güldü Ralof.
“Belki de haklısın,” dedi Aodray. “Geçmişimi hatırlamaya çalışmanın bir manası yok. Buradayım, yaşıyorum ve savaşabiliyorum. Bu yüzden soruna cevabım evet, size katılmayı isterim.”
“Buna sevindim kardeşim, gerçekten sevindim.” dedi Ralof mutlu bir şekilde. Sonra patikanın ilerisini göstererek, “Bak neredeyse gelmişiz. Bir kaç dakikaya oradayız.”

Aodray yeni -ve tek- arkadaşının gösterdiği yöne baktığında ilk gördüğü alçak bir sur sırası oldu. Surlar gereğinden fazla alçak ve aralıklı olduğundan köyün korunmasına pek yardımcı olabilecek gibi görünmüyorlardı. Zaten yapılış amaçlarıyla bu değildi. Surun üstünde ki samanla örtülü ahşap çatının altında muhafızlar dolanıyordu. Burası köyü savunmak için yetersiz olsa da köye yaklaşanları uzaktan görebilmek açısından oldukça kullanışlıydı.

Aodray surlarda dolanan askerleri gördüğünde biraz şaşırdı. Çünkü üzerlerinde ki kahverengi ve kırmızı üniformalar hayli tanıdıktı.

“Ralof?” diye yanında ki döndü. “Burada İmparatorluk askerleri mi var?”
“Tam da sana bundan bahsedecektim.” dedi Ralof. “Burası İmparatorluğun kontrolünde olan bir belde ve Whiterun’a bağlı.”
“Bu biraz garip değil mi? Yani bizim İmparatorluk askerlerinden kaçıp onların kontrolünde olan bir yere gelmemiz.”
“Merak etme.” diye onu temin etti Ralof. “Fazla dikkat çekmediğimiz sürece kimsenin bize karışacağını sanmıyorum.”
“Umarım haklısındır.”

Gerçekten de öyleydi çünkü köye girdiklerinde kimse onları durdurup sorguya çekmemişti. Kapı görevi gören büyük kemerden sakince yürüyüp geçmişlerdi. Fakat halktan bir kaç kişi Ralof’u görünce coşkuyla selam vermişlerdi. Ralof onların dostça karşılamasına biraz sahte bir mutlulukla karşılık vermişti.

“Öyle ya” dedi kendi kendine. Buradakiler Helgen’de yaşananlardan habersiz günlük hayatlarına huzurlu bir şekilde devam ediyorlardı.

Riverwood oldukça ufak bir yerdi. Köyün neredeyse tamamı anayolun üzerindeki bir kaç ahşap yapıdan oluşuyordu. Nehre yakın duran bir kereste atölyesi ve hemen karşılarındaki demir ocağı evlerden farklı yerler olarak göze çarpıyordu.

Ralof kerestelerin olduğu yere doğru yönelince Aodray da onu takip etti. Derme çatma atölyede yüzü gözü talaş olmuş bir adam kütükleri testerenin çalıştığı kereste yatağına atmakla meşguldü. Belki testerenin gürültüsünden belki de işine gömülmüş olduğundan ikisini de fark etmemişti. Atölyeyi geçip arka tarafta dinlenmekte olan bir kadının yanına gittiler.

Saçları tıpkı Ralof gibi sarıydı ve kalın sıralar halinde örülmüştü. Yüzü her ne kadar sert ve kalın hatlarla çizilmiş olsa da Aodray, kadının oldukça güzel göründüğünü düşündü. Kahverengi gözleri derin ve anlamlı bakıyordu. Elbisesi ve iş eldivenleri odunlardan çıkan tozlarla kaplıydı.

“Kardeşim!” diyerek oturduğu sandalyeden hızla kalktı. “Mara aşkına, seni burada görmek ne güzel!”
“Seni de görmek çok güzel Gerdur!” dedi Ralof kardeşine sarılarak.

Kadın ellerini şefkatle Ralof’un yüzüne koyarak, “Seni buraya hangi rüzgar attı?” diye sordu. İlk baştaki heyecanı kardeşinin yüzündeki yorgunluğu görünce tedirginliğe dönüşmüştü. “Bir şeyin yok ya?”

Ralof, Aodray’a dönerek “Nerden başlasam acaba?” gibisinden bir bakış fırlattı

Exit mobile version