TAK TAK TAK!
Adam belindeki katanayı çekti ve kapıya yaklaştı. Kilitler aşılması güç bir engel olsa da Thalmor sonuna kadar zorlayacaktı. Eğer kapıyı aşmayı başarırlarsa da kararını vermişti, savaşmadan ölmek yok!
Kulak kabartarak dışarıda olan biteni duymaya çabaladı. Kalabalık bir grubun homurtularını işitmeyi bekliyordu ama ses seda yoktu. Durumdan iyice işkillenmeye başlamıştı. Yoksa gelen Thalmor değil miydi?
Dışarıdaki kişinin soluk alıp verişini duyabiliyordu. Hızlı ve kesik kesikti. Yardıma ihtiyacı olan biri olmalıydı. İyide yardım isteyen biri neden onun kapısının önüne gelsin ki? Bu çok saçmaydı. Thalmor tuzağı olmalıydı. Adi herifler onun insani duygularını kullanmak istiyorlardı.
TAK…tak…
Adam dayanamadı ve dış dünya ile tek bağlantısı olan kapının üstündeki sürgüyü çekti. Ufak bir oluktan hücrenin diğer tarafına baktı. Açık kahverengi resmi giysiler giymişti. Uzun, siyah saçları vardı. Yüzünü yere doğru bakıyordu. Neden ona bakmadığını anladığında hızla kilitlere asıldı. Bu herif ölümün kıyısındaydı. Kendi imkanlarıyla kapattığı yarası açılmış ve kanlar zemine akmaya başlamıştı.
“Bekle, kapıyı açıyorum!”
“Esbern, Delphine senin…” dedi kapının dışındaki adam ve yere yığıldı.
“Adımı nereden… Delphine?… Neyse boş ver, dayanmaya çalış!” diye bağırdı Esbern olduğu anlaşılan adam.
Metalik takırtılar dört bir yanda yankılandı. Esbern var gücüyle kilitlere asılıyordu. Artık dışarıda olan bitenin tuzak olup olmadığıyla ilgilenmiyordu. Eğer kapıyı açmasa adam ölecekti. Takılan bir kilide avucuyla sert bir şekilde vurdu. Kapıda kaç kilit olduğunu daha önce saymamıştı fakat epey fazla olduğu belliydi. Son kilidi de açmayı başardığında, çelik kapının kolunu çevirdi ve gürültüyle kapıyı açtı.
***
Görüşünün düzelmesini umarak gözlerini birkaç kez kırptı. Hançer hala karnına saplı duruyordu. Ağzına gelen kanı yutkunarak midesine gönderdi. Şu an düşemezdi, şimdi olmazdı. Devam etmesi gerekiyordu.
Sol kolunu muazzam bir çabayla savurdu. Elf darbenin gelmesini beklemiyor olacaktı ki göğsüne inen yumrukla duvara doğru sendeledi. Aodray aklına gelen ilk fikrin bu olmasından hemen pişman olmuştu. Elf geriye giderken hançeri de saplı olduğu yerden çıkartmak zorunda kalmıştı. Kanlar endişe verici bir hızla giysisini kırmızı renge boyamaya başlamıştı. Midesinde acı hissetmiyordu. Ya hançer hayati organlarını ıskalamıştı ya da acı hissedemeyeceği kadar büyüktü. İlkinin doğru olmasını umuyordu. Gerçi öyle olmasa bile kan kaybı ölümü için yeterli bir sebepti.
Elf’in kendine gelmesi uzun sürmemişti. Hançerini bir kez daha Aodray’a savurdu. Kadın yetenekliydi fakat onunda boy ölçüşemezdi. Aodray çevik bir hamleyle düşmanın bileğini kavradı ve bükerek hançeri düşürmesini sağladı. Kadınla yüz yüzeydi. Yeşil gözleri ketum bir şekilde parıldıyordu.
“Oyunun sonu Elf!” diye hırladı Aodray.
“Sanmıyorum.” dedi Greenale dudağını bükerek.
Aodray acıyla elini geri çekti. Yakıcı bir his onu tutmasını engellemişti. Nedeni ise çok açıktı. Elf’in ellerlinin etrafında ateş çemberleri oluşmuştu. Bir büyücü, işte bu harikaydı.
Yolladığı ateş topu Aodray’ı kıl payıyla ıskalamıştı. Büyünün geleceğini anlayan Aodray hızla kenara çekilmişti. Yüzünün sağ tarafından hafif bir yanık kokusu alıyordu. Saçları alazlanmış olmalıydı. İkinci büyü geldiğinde –ki Elf çoktan harekete geçmişti- bu kadar şanslı olmaya bilirdi. Bu yüzden daha onu büyüsünü yapamadan bir kez daha bileklerine yapıştı.
Elf aniden büyüsünün türünü değiştirip alevlerin tüm bedenini sarmasını sağladı. Aodray ellerinin acısına katlanmak zorundaydı. Kadının sol bileğini bu sefer çok daha sert bir şekilde büktü.
Çatlayan kemiklerin sesi iç kaldıracak cinstendi. Elf acıyla haykırırken büyüsü de yok olmuştu. Aodray şu anda Elf’i öldürebilirdi. Yere düşen hançeri aldı ve acı içinde kırılmış bileğini tutan düşmanın boğazına götürdü.
“Dediğim gibi, oyunun sonu Elf!”
“Buraya neden geldin Ejderdoğan?” diye sordu Elf. Yüzüne bakmadan konuşmuştu. Sesi nefretinden titriyordu.
“Cevaplar için.”
“Burada seninle ilgili hiçbir şey yok!”
“Bırak da ona ben karar vereyim.” dedi Aodray umursamazca. Sonra da kadını kendi önüne çekti. Şimdi hançeri sırtına doğru tutuyordu.
“Beni elçilikten çıkarıyorsun Elf.”
“Elenwen asla gitmene izin vermez, asla!” diye bağırdı Greenale. “Canlı kurtulamayacaksın!”
“Sorun değil, ölümden korkum yok.” diye konuştu Aodray. “Merak etme eğer ölürsem yanımda birkaç kişiyi daha götürmekten memnun olurum. Şimdi arkan bana dönük bir şekilde bekle, kıpırdarsan seni öldürmekten çekinmem Greenale.”
Greenale keyifsizce homurdandı. Aodray, hançeri kadının cüppesinden bir parça kesmek için kullanmıştı. Kırmızı kumaşı yarasına bastırdı. Kan akışını biraz olsun azaltabilirse bilincini yitirmeyebilirdi. Boşta kalan eliyle Greenale’nin boynunu kavradı ve koridorda sürüklemeye başladı.
“Kapıyı aç Elf!”
Kadın zekiydi, bu zaten her halinden belli oluyordu. Onu rehin almış olsa bile son kozunu oynamadan gitmesine izin verecek değildi. Zaten daha en başta, onunla tanıştığında durumdan işkillenmişti. Sahte ismine verdiği tepkiden Aodray’ın aslında kim olduğunu bildiği açıktı. Önemli olan şuydu; Aodray’dan ne istiyordu? Parti sırasında sıvışacağını nereden biliyordu? Ve en önemlisi, planlarını tüm ayrıntılarıyla nereden öğrenmişti?
Ana salondan gelen gürültüler kesilmişti. Görevin gizli yapılması gerekiyordu ama ortalık çoktan velveleye verilmişti. Elçiliğin arka kapısı Greenale tarafından açıldığında Aodray, kadının son hamlesini de görmüş oldu.
Yirmiye yakın asker yaylarını germiş ve kapının olduğu tarafa nişan almıştı. Eğer Aodray dışarıya Greenale ile çıkmasa kesinlikle kevgire dönmüş olurdu. Ne var ki Elf planının bir yerinde hata yapmıştı. Aodray’ı öldürmesi ve ya hiç görünmemiş olması gerekiyordu. Askerler, elçinin kızını gördükleri için yaylarını salamıyorlardı.
Askerlerin arasından tanıdık biri öne çıktı. Büyük Elçi Elenwen. Kızıyla eş gözleri ateş saçıyordu. Yine de kızının hayatı tehlikede olduğundan askerlerine herhangi bir emir vermemişti.
“Kızımı bırak sahtekar!” diye bağırdı.
“Bunu yapabileceğimi sanmıyorum Elenwen.” diye karşılık verdi Aodray. “Önce askerlerine silahlarını indirmelerini söyle.”
Elenwen bir Aodray’a bir de Greenale’ye bakıyordu. İkilemde kalmıştı. Nord, cüssesine rağmen kendisini iyi saklamıştı. Okçuların temiz bir atış yapmaları kesinlikle mümkün değildi. Büyü fırlatmak Greenale’yi de tehlikeye sokardı. Evet, Nord’u yaralayabilirdi ama Altmer’lerin yegane zayıflığı, kızının ölümüne sebep olabilirdi. Altmer ırkı Tamriel’in en büyük büyücülerine sahipti, lakin aynı oranda büyüye karşı dirençleri zayıftı. Eğer büyü kullanırsa kızının hiçbir şansı olmazdı.
Aodray göz ucuyla ahırı kesiyordu. Kaçmak için bulduğu ilk fırsatta oraya yönelecekti.
“Ne istiyorsun Nord?” diye bağırdı Elenwen. “Buraya gelip konuklarımın huzurunu bozdun. Bunu neden yapıyorsun?”
“Hesap vereceğim kişi sen değilsin Elf! Kızının yaşamasını istiyorsan gitmeme izin ver.”
Aptal. Adam sadece blöf yapıyordu. Greenale’yi öldüreceği filan yoktu. Kolaylıkla kandırılabilirdi. Zaten bu da Elenwen’in en iyi yaptığı işti.
“Gitmekte serbestsin Nord. Justicar’lar silahlarınızı indirin.” dedi samimi bir tavırla. Sonra yakınındaki bir askere dönerek ahırdan bir at getirmesini söyledi. Asker selam verip ahıra doğru koşmaya başladı.
“İstediğin oldu, şimdi kızımı lütfen bırak.” dedi Elenwen. Ellerini arkasına kavuşturmuştu. Yaptığı hareketi Nord görmeyecekti fakat askerleri ne olduğunu anlayacaklardı.
Elçinin görevlendirdiği Justicar yanında güzel, kar beyazı bir atla beraber gelmişti.
“Sana kendi atımı veriyorum Nord.” dedi Elenwen atı göstererek. “İyi niyetimizden asla şüphe etme, sonuçta kızım ve ben kendi alanımızı savunuyoruz.”
Nord bir şeyler düşünüyordu. Elenwen içten içe sabırsızlanmıştı. Sonunda tuzağına düşmüştü. Şu Nord’lar, büyük savaşçılardı ama iş zekaya ve kurnazlığa gelince hiç kafaları basmıyordu.
“Git!” dedi Nord, Greenale’yi serbest bırakarak. Acaba gerçek ismi neydi? Elenwen bunu öğrenemeyecek olmaktan üzüntü duyuyordu. Greenale tehlikeli mesafeden ayrıldığında doğru anın gelmesini bekledi.
Nord hançeri beline soktu ve sakin adımlarla avlu merdivenlerinden inmeye başladı. Bu kadar aptalca davranacağını Elenwen bile beklemiyordu. Olsun, en azından işleri daha basit hale getirmişti. Sağ eliyle hücum işaretini verdi.
Yirmi yay tek bir kişiye doğrultulmuştu. Kaçacak tek bir yeri bile yoktu. Elenwen pis bir sırıtışla Nord’a baktı. Adam şaşırmamış gibiydi.
“ATEŞ!”
“FUS-RO-DAH!”
Zeminle bağlantısı kesildiğinde her şey için çok geçti. Büyünün gücüyle havada savrulmuş ve askerlerinden birinin üzerine kapaklanmıştı. Başını zorlukla kaldırıp neler olduğuna baktı.
Tüm askerleri avlunun farklı bir yönüne uçmuştu. Bir kaçı bahçe duvarlarına çarptığından yerde hareketsiz yatıyordu. Darbenin etkisiyle ölmüş bile olabilirdiler. En sonunda ayağa kalkmayı başarabildiğinde, Nord çoktan ortadan kaybolmuştu. Kendi atının dört nala koşuşunu duyabiliyordu.
“Kim bu adam Greenale?” diye sordu, henüz kalkabilmiş kızına dönerek. “Yaptığı şey bir çığırıştı!”
“Sence anne?”
“Justicar’lar!” diye haykırdı Elenwen. “Hemen o herifin peşine düşmenizi istiyorum. Sorgulama yok, esir almak yok. Ve dikkatli olun karşılaştığınız kişi Ejderdoğan’ın ta kendisi.” Sonra Greenale’ye döndü ve konuşmasını sonlandırdı.
“Ejderdoğan’ın öldüğü haberini vermeni istiyorum. Biliyorum yaşıyor ama bu uzun sürmeyecek. İnsanların umutlarını bitirirsek işler kolaylaşır. Ve, bir daha asla kendi başına hareket etme Greenale. Yoksa kızım olduğunu kısa bir süreliğine unuturum.”
***
Esbern ıslak havlu yardımıyla Nord’un yüzündeki kirleri temizledi. Yüzünün sağ tarafındaki yara izine geldiğinde bir anlığına duraksamıştı. Resmi giysiler içinde çetin bir savaşçı. Yarası için elinden geleni yapmıştı. Aslında öyle çok önemli bir yara olmasa da anlaşılan uzun süre tedavi yapılmamıştı. Kan kaybı ve yaranın açık kalması gibi sebeplerden ötürü savaşçıyı zayıf düşürmüştü. Havluyu adamın geniş alnına bıraktı ve ateşini düşürmesini umdu.
“Esbern?” dedi adam bir süre sonra kendine gelerek. “Seni arıyordum.”
“Şu anda konuşmana gerek yok, lütfen biraz dinlen.”
“Hayır, zamanımız yok. Senin için geliyorlar. Thalmor.” dedi adam zorlukla konuşarak.
Esbern keyifsizce güldü. “Biliyorum, ama burada kalacağım.”
“Saçmalama!” dedi adam bu seferde.
“Kendini zorlayarak saçmalayan sensin. Hem söylesene ne kadar zamandır bu yarayla dolaşıyorsun?”
“Yaklaşık bir hafta.”
“Hayatta olduğun için Talos’a minnetlerini sunmalısın.” diye karşılık verdi Esbern. “Söyle bakalım nereden geldin ve ne için geldin?”
“Thalmor Elçiliği’nden kaçtım, yaklaşık bir haftadır aralıksız at üstündeyim. Seni götürmem gerekiyor… Seni buldular.”
“Buldularsa ne olmuş?” diye konuştu Esbern. “Zaten hepimizin sonu gelmedi mi? Burada kalıp, ölümü beklemeyi yeğlerim. Artık kaçmaktan çok yoruldum.”
“Her şeyin sonu mu?” dedi adam öksürme krizine girmeden hemen önce.
“Evet, her şeyin sonu. Ne yani seninde mi hiçbir halttan haberin yok?” dedi Esbern havluyu bir kez daha adamın yüzünde gezdirerek. “Alduin geri döndü. Hiç kimse kaderinden kaçamaz. Ejderhalar yükselirken Skyrim halkları düşecek. Onun açlığı durdurulamaz.”
“Zaten…” Adam zorlukla yutkundu. “Hücrende kalarak yardım edemezsin.”
“Yaralı olmana rağmen dilin sağlam görünüyor Nord.” dedi Esbern sinirlenerek. “Yapmadım mı sanıyorsun? Denedim… Onlara anlatmayı denedim. Kimse beni dinlemedi. Şimdi geri döndüklerine göre cehennem yakın demektir.”
“Alduin… Sanırım onu gördüm. Helgen’de ve Kynesgrove’da… Ejderhaları diriltiyor. Durdurulması gerek.”
“Evet, bu o. Demek onu gördün ama hala anlamamakta ısrar ediyorsun. Alduin’in geri dönüşü sonun başlangıcı demektir.”
“Bir yolu olmalı… O yolu bulmalıyız!”
“Sadece Ejderdoğan onu durdurabilir ama yüzyıllardır Ejder…”
“Esbern.” diye onun sözünü kesti adam. Yorgun kahverengi gözleri tuhaf bir şekilde bakıyordu. “Sakin ol, hala umudumuz var. Ben… Ben Ejderdoğan’ım.