Batı gözcü kulesinden yükselen alevler henüz dinmişti. Yağmaya başlayan yağmur bu büyülü alevleri söndürmüş ve enkaza dönen kuleyi gözler önüne sermişti. Kulenin çevresindeki bitki örtüsünün bir kısmı yok olmuş, kuleden kopan parçalar bir moloz yığını olarak siyah, çıplak araziye dağılmıştı. Kararmış, derileri soyulmuş askerlerin bedenleri ise bu korkunç manzarayı tamamlamıştı.
Kızıl saçlı bir Dunmer’ın (Kara Elf) öncülük ettiği on kişilik Whiterun taburu, kulenin yakınındaki bir kayalığı kendilerine mesken etmiş bekliyordu. Henüz gelmişlerdi. Hepsi korku ve heyecan içindeydi. Çelik miğferlerine düşen yağmur damlaları sanki zamanı ölçercesine ritmik bir ses çıkartıyordu. Islanan sarı üniformaları zincir içliklerine yapışmıştı.
“Başka sağ kalan var mı diye bakmalıyız.” dedi Dunmer gergin bir şekilde. “Oraya girmemiz gerekiyor.”
“Irileth.” diye askerlerden biri. “Ya hala buradaysa, ya geri dönerse?”
O anda çakan bir şimşek, grubu kısa süreliğine aydınlattı. Irileth’in kırmızı göz bebekleri çok az savaşçının sahip olabildiği bir kokusuzlukla onlara bakıyordu.
“Kılıcın ne güne duruyor asker?” diye konuştu sıkılı dişlerin ardından. “İçindeki korkuyu bastıramayacak durumdaysan gitmekte serbestsin.”
Asker, Irileth’in sert çıkışı karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. “Şey, öyle demek istememiştim efendim.”
Irileth askerine küçümserce bir tavırla baktı. “O zaman çeneni kapat ve emirlerimi sorgulamaktan vazgeç!”
“Peki, efendim.” dedi asker iyice sinerek.
“Sen!” diye Aodray’a seslendi Irileth. “Yanına iki asker alıp kuleye git. Bak bakalım içeride hala nefes alan birileri var mı?”
Yağmur iyiden iyiye sağanağa dönüşmeye başlamıştı. Çelik botları ağırlaşan zeminde hareket etmesini güçleştiriyordu. Soğuyan hava nefesinin beyaz bir dumanmışçasına yağmurun içinde dağılmasına neden oluyordu. O ve Irileth’in yanına verdiği iki asker kılıçlarını çekerek tedirgince kuleye yaklaştılar. Yağmurun sebep olduğu gürültü zırhlarının çıkarttığı sesleri bastırdığından en azından fark edilmeleri zorlaşıyordu.
Kulenin dağılmış olan merdivenlerini tırmanmaya koyuldukları sırada kulenin içinden birinin bağırdığını duydular.
“Aptallar! Neden geldiniz?”
Tedbiri bırakıp sağ kalan askerin yanına koştular. Adam perişan haldeydi. Kulenin iç duvarına yaslanıp, oraya sinmişti. Yüzü bembeyazdı. Oturduğu yerde ufak bir kan göledi oluşmuştu. Son anlarını yaşıyor gibiydi.
Aodray dışarı çıkıp Irileth’e kuleye gelmeleri için seslendi. Bunun üzerine Irileth askerlerini peşine takarak kuleye geldi. Kulenin içi karanlık olduğundan askerlerden biri bir meşale yaktı. Dunmer, askerin yanına eğildi ve onu sorgulamaya başladı.
“Burada neler oldu? O nerede?”
“Ben…” dedi asker zorlukla konuşarak. “Ben bilmiyorum.”
Tam o anda gökyüzü tıpkı Helgen’deki gibi inledi.
***
Bir kaç saat önce, Whiterun
At arabası durduğunda Aodray hala ne söyleyeceğini planlamakla meşguldü. Bir Jarl’ın huzuruna çıkıp derdini anlatması gerekiyordu. Üstelik anlatacakları pek inanılacak şeyler de değildi. İnsanların bir ejderha saldırısına inanmaları ilk seferde epey zor görünüyordu. Gerdur bu yüzden akıllılık edip ona Hod’un günlük giysilerinden bazıları vermişti. En azından imparatorluğun bölgesi sayılan bir yerde Stormcloak üniformasıyla dolanıp dikkat ve tepki çekmeyecekti.
“Borcun on altın Nord!”
“Ha, evet.” dedi Aodray parayı uzatarak. Düşüncelere dalmış olduğundan arabacıya ücreti vermeyi unutmuştu. Arabacı atını sürerek uzaklaşırken o da yüksek bir tepenin üstüne kurulan şehre doğru yürümeye başladı.
Arabacının sabah erkenden gelmesini bekliyorlardı ama şans bu ya ancak akşamüstü Riverwood’dan geçmişti. Boşa geçen onca saatte Aodray da Ralof ile sohbet etmiş, Hod’un yanına gidip kereste işinde ona yardım etmişti. Kerestelerle uğraşmak onu epey yormuş olsa da yine durumdan hiç şikâyetçi değildi. Bu insanların evinde yemek yemiş, uyumuş hatta yıkanmıştı. Onlara günlük işlerinde yardımcı olmak bir nevi geri ödemeydi. Aodray’ın bu aileye olan minnettarlığı gerçektende sonsuzdu.
Surlarla çevrili şehir yolunu tırmanırken gözüne Whiterun’nın simgesi olan at başının işlendiği flamalar çarptı. Beyaz flamalar sur sıralarına kemerlerin kenarlarına asılmıştı. Sarı üniformalar giyen askerler surların üstünde nöbet tutuyorlardı. Kimse ona karışmamış ve geçmesine izin verilmişti. Fakat şehrin girişine geldiğinde kapıda nöbet tutan iki askerden biri öne çıktı ve Aodray’ı durdurdu.
“Amacını belirt yabancı!”
Aodray, “Jarl Balgruuf’u görmem gerekiyor” deyince daha bir şüphelenerek üzerine yürüdü.
“Neden Jarl’ı görmen gerekiyor yabancı?”
“Bir ejderha Helgen’e saldırdı” dedi Aodray soğukça. “Jarl’ı hemen görmem gerekiyor!”
“Ne? Sen…” diye şaşkınca geveledi kapı gözcüsü. “Bizimle dalga mı geçiyorsun?”
“Tabi ki hayır!” dedi Aodray kendini savunarak. “Sence yalan söyleyecek olsam ejderhalardan bahseder miyim?”
“Beni takip et.” dedi gözcü. Sonra da sur üstündeki adamlarına seslenerek, “Kapıları açın!” diye bağırdı.
Hava kararmış olmasına karşın Whiterun halkı henüz evlerine çekilmemişti. İlerideki küçük pazarda alışveriş yapanların gürültüsü ona kadar geliyordu. Bir kaç ebeveyn sokakta oyun oynayan çocuklarını evlerine çağırmakla meşguldü. Sağ taraftaki demir ocağında bir Nord kılıç dövmekle meşguldü. Onun yanında çalıştığı yüzündeki ve iş tulumundaki siyah lekelerden belli olan bir kadın ise sarışın bir imparatorluk askeriyle sohbet ediyordu.
“Beni takip et demedim mi?”
Riverwood’un sakin yaşantısından sonra Whiterun’daki karmaşa karşısında afallayan Aodray olduğu yerde çakılıp şehir hayatını izlemekte olduğunu daha yeni fark ediyordu.
“Ah, üzgünüm.” dedi ve adamın ardına düşerek merdivenleri çıkmaya başladı. Şehir üç kademeli olarak inşa edilmişti. En alt bölüm tüccarlara ayrılmıştı. Orta kısımda ise Kynareth Tapınağı, Ölüm Evi (mezarlık) ve şehir sakinlerinin bazılarının evleri bulunuyordu.
Orta bölüm iki yolla ayrılıyordu. Sağ taraftaki yol ilginç görünümlü bir binaya çıkıyordu. Aslın da bu yapı bir binadan çok ters dönmüş bir gemi gibiydi. Garip bir mimariydi. Fakat onları ilgilendiren karşılarındaki yoldu. Talos heykelinin ardından Dragonsreach’e çıkan merdivenleri tırmanmaları gerekiyordu.
Dragonsreach’in temeli içinden bir su kaynağının geçtiği en tepedeki kayalığın üstüne atılmıştı. Binanın dış cephesi tamamen ahşaptan yapılmış olsa da, heybetli görünüşü bile onu geçmeyi imkânsız kılıyordu. Sütunlarla süslenen köprü alttan akan kaynağın hemen üstünden geçiyordu. Köprünün sonundaki kapıysa Aodray’ın gitmesi gereken yere çıkıyordu. Yani Jarl Balgruuf’un huzuruna.
Kapıya geldiklerinde ona eşlik eden gözcü, muhafızlara durumu kısaca anlattı ve Dragonsreach’in kapıları gürültüyle onlar için açıldı.
Metrelerce yükselen geniş taht salonu Aodray’ı sanki içine hapsetmiş gibiydi. Jarl Balgruuf’un oturduğu taht, kapının olduğu yerden gözükmüyordu bile. Aralığı aşıp ortada yanan ateşin iki yanına konulmuş uzun yemek masalarını geçtiler ve Jarl’ın huzuruna çıktılar. Onlar tahta yaklaşır yaklaşmaz deriden yapılma sağlam bir zırh giymiş dişi bir Dunmer yanlarında bitti.
“Gözcü burada ne işin var?” dedi otoriter bir havayla. Tıpkı saçları gibi kızıl olan gözlerinde büyük bir ciddiyet ifadesi vardı. “Yanındaki Nord kim?”
“Bu adam az önce Helgen’de yaşanan bir ejderha saldırından bahsetti. Eğer yalan söylemiyorsa durum çok ciddi demektir. Ben de sorgulamanız için onu buraya getirdim.”
“Anlaşıldı” dedi Dunmer Aodray’a bakarak. “Gidebilirsin, bundan sonrasını biz hallederiz.”
Gözcü görev yerine geri dönerken Aodray da kendine çeki düzen vermeye çalıştı. Çevresinde olup biten ciddiyet havası onu rahatsız etmişti. Onu asıl şaşırtan ise kadının duruma hiç ama hiç şaşırmaması olmuştu. Az önce ejderha kelimesini duymamış mıydı yoksa?
“Yaklaş haberci.”
İnsanda saygı uyandıran tok sesin sahibi tahtına oturmuş, bir koluyla da tahtın desteğine dayanmıştı. Uzun altın sarısı saçlarının altında değerli taşlarla süslü tacı, yanan ateşle beraber parıldıyordu. Çenesinden aşağıya uzanan sakalı yarısından sonra örülmüştü. Geniş omuzlarını örten ayı postundan yapılma pelerini altın ipliklerle elbisesine bağlanmıştı.
“Anlat bakalım Nord, Helgen’de neler oldu? Whiterun’ı saran dedikodular doğru mu?”
Aodray neden şaşırmadıklarını anlamıştı. Onlar söylentilerden zaten haberdardılar. Tek ihtiyaçları bu söylentileri doğrulayacak bir tanıktı. Eh, Aodray’ın işi biraz olsun kolaylaşmıştı. En azından inandırma faslı diye bir şey olmayacaktı.
“Duyduklarınız doğru Jarl’ım.” dedi Aodray. Bütün Dragonsreach şu anda dikkatini ona yöneltmişti. “Bir ejderha dün Helgen’i yok etti.”
Jarl gözlerini üzüntüyle kapatarak, “Ysmir adına. Doğruymuş.” dedi. Onunla beraber diğerleri de sessizleşmişti. Aodray’ın söyleyeceklerinin yalan olmasını, onun şaka yaptığını söylemesini ister gibiydiler.
Bir kaç kişi Helgen’dekilerin ruhları için tanrılara dua ederken Jarl Balgruuf yanında duran, başının tepesi kelleşmiş, bıyıklı danışmanına döndü.
“Sen ne dersin Proventus? Hala surlarımıza güvenmeye devam edebilir miyiz? Gökyüzüne de sur çekebilir miyiz? Ejderhaya karşı kendimizi nasıl savunabiliriz ki?”
Irileth öne atılarak,”Efendim, bir an önce birliklerimizi Riverwood’a yollamalıyız.” diye Proventus daha konuşamadan araya girdi. “Ejderha dağlarda bir yerlerde gizleniyor olabilir.”
“Bir yabancının verdiği sözüm ona ejderha haberine inanıp birliklerimizi Riverwood’a yığamayız” diye kadının sözünü kesti Proventus. “Şu an da söylentilerden daha büyük dertlerimiz var. Falkreath Jarl’ı tüm bunları bizim yaptığımızı ve Ulfric ile iş birliği içinde olduğumuzu düşünüyor.”
Jarl, “Yeter!” diye danışmanına çıkıştı. “Bir ejderha köylerimizi yıkıp halkımızı katlederken boş boş oturamam!”
“Özür dilerim Jarl’ım.” dedi Proventus başını eğerek.
“Irileth dediğin gibi bir an önce birliklerimizi Riverwood’a göndermeliyiz. Halkımızı savunmasız bırakamayız.”
“Peki efendim yarın ilk iş bunu hallediyorum.”
“Sana da teşekkür ederim haberci” dedi Jarl Aodray’a dönerek. “Helgen’den yaşananları doğruladığın için hepimiz sana minnettarız. Olanları yaşayan birinden duymaya ihtiyacımız vardı.”
“Önemli değil efen-“
Dragonsreach’in kapıları gürültüyle açıldığından Aodray’ın sözü yarım kalmıştı. Bir Whiterun askeri delicesine koşarak onlara doğru geliyordu. Yağmurun başladığını haber veren bir gök gürültüsü sarayı titretirken asker yanlarına kadar koşmayı sürdürdü.
“Efendim!” dedi Jarl’a nefes nefese. “Bir… Bir… EJDERHA!”
Jarl gözleri korkuya açılırken, “Ne? Nerede?” diye sordu. Sarayda bir anda fısıltılar, konuşmalar, korku nidaları peşi sıra duyulmaya başlamıştı. Anlaşılan kimse bu kadar erken olmasını beklemiyordu.
“Batı gözcü kulesinde efendim!” dedi asker ve artık tutmaz hale gelen bacakları nedeniyle dizlerinin üzerine çöktü.
“Kuleye mi saldırdı?”
“Hayır, efendim, en son gördüğümde üzerimizde daireler çiziyordu. Onu görür görmez haberi vermek için buraya koştum.”
“Ne taraftan geldi?” Bu sefer soruyu soran Aodray’dı.
“Güney tarafından üzerimize doğru uçtu.” Diye cevapladı asker. “Ysmir adına hayatımda gördüğüm en korkunç şeydi.”
Jarl tahtından ayağa fırladı. “Irileth, şehir muhafızlarını topla ve gözcü kulesine git. Bu şeyin Whiterun’a saldırmasına izin veremeyiz. Şehre yaklaşmamalı!”
“Hemen gidiyorum efendim.” Dedi Irileth.
“Bende gidiyorum.” Dedi Aodray Jarl’a dönerek. “Daha önce bu şeyle karşılaştım. Yardımım dokunabilir.”
“Öyle olsun Nord.” Dedi Jarl titrek bir gülümsemeyle. “Cesaretin takdire şayanmış doğrusu. Irileth ile git. Sana zırh ve silah ayarlasın.”
***
“Geliyor!”
Muhafızlar parmaklarıyla güneyi gösteriyordu. Dev kanatlarıyla süzülen bir karaltı onlara doğru uçuyordu. Yağmur ve karanlık hatlarını gizlese de ne olduğu ve neden kuleye uçtuğu çok belliydi.
“Herkes kendine siper bulsun!” diye bağırdı Irileth. “Okçular! Yeterince yaklaşmadan oklarınızı harcamayın!”
Okçular hemen kulenin merdivenlerin, tırmanmaya başladılar. Yaylarını çekmişlerdi. Ejderhayı yukarıdan vurmayı planlıyorlardı. Yine de Aodray’a göre bu çok riskliydi çünkü yukarıda ejderhayla yüz yüze kalacaklardı.
Nitekim Irileth, “Biz de onun dikkatini çekip okçuları rahat bırakmasını sağlayacağız!” diyerek saldırının diğer bölümünü açıkladı. Anlaşılan aşağıda ejderhaya yem olacaklardı. “İki grup halinde saldırıyoruz. Kafasını karıştırmamız gerekiyor.”
Yağan yağmur havada buharlaştı. Alevler sığındıkları yıkılmış kale köprüsünü vurmuştu.
“Dikkatini çekmek derken bunu mu kastetmiştin?” diye bağırdı Aodray senini zorlukla duyurarak. “Bu şey bizi haşlamak üzere!”
“Farkındayım.” dedi Irileth. Sonra korkuyla bakışları kulenin tepesine gitti. “Olamaz, yukarı yöneldi!”
Ejderha tuzağı anlamış ve şimdi doğrudan kulenin tepesinde ona ok yollayan muhafızlarının üstüne gitmişti. Bu, görmeye hazır oldukları bir manzara değildi. Ejderha şansız muhafızların yüksekliğinde hava asılı duruyordu.
Koca ağzını açtığında Aodray hışımla yerinden fırlayıp kuleye koşmaya başladı.
“Yol!”
Kule merdivenlerini aşarken yukarıdan gelen acı dolu bağırışları duyabiliyordu. Tepedeki muhafızlar feci bir ölümün son adımındaydılar. Üniformaları, derileri yanarken, bu acı ölümü attıkları çığlıklarla bastırmaya çalışıyorlardı.
Kulenin tepesi Whiterun muhafızlarının yanmış cesetleriyle doluydu. Kimi çoktan ölmüş kimi de son anlarını yaşıyordu. Vücutlarından çıkan kan yüksek sıcaklık nedeniyle yapış yapıştı. Yağan yağmur kesin et kokusunu daha da dayanılmaz hale getiriyordu.
Hala oradaydı, sanki Aodray’ı bekliyordu. Kadim yaratık kötücül sarı gözlerini ona dikmişti. Lakin henüz saldırmamıştı. Aodray elindeki kılıca baktı, yetersizdi. Ağır hareketlerle yerde duran kararmış savaş baltasını kavradı. Ejderha hala saldırmamıştı. Sanki bir şeylere anlam vermeye çalışıyormuş gibiydi.
Aodray’ın muhafızlardan aldığı miğfer görüşünü engelliyordu. Sol eliyle tek hamlede çıkarttı. Şimdi düşmanını daha rahat görebiliyordu. Baltayı sıkıca kavradı ve son kez koştu. Elindeki silahın ağırlığına rağmen kulenin duvarlarının bittiği yerden var gücüyle sıçradı.
Ejderhanın gözleri korkuyla açıldı. Sanki felçli gibiydi. Havadan üzerine doğru uçan Nord’a karşı kendisini zayıf hissediyordu. Adamda tarif edilemez bir gücün yansıması vardı.
Balta başına inmeden önce bu gücün ne olduğunu anlamıştı ama artık her şey için çok geçti.
“Dovahkiin, yapma, hayır!” diye yakardı Mirmulnir son nefesinde. Hemen sonrasında balta başına indi ve uçmaya yarayan kanatlar cansız bir şekilde salındı.
Düşüş sert olsa da Aodray ejderhayı altına aldığından darbeden fazla etkilenmemişti. Irileth ve muhafızlar yanına gelirken baltayı iç bulandıran bir çatırtıyla ejderhanın kafatasından çıkarttı. Askerler zafer naraları atıyorlardı, sonunda kanatlı dev yere inmişti. Fakat Aodray hiç de sevinmiş gibi görünmüyordu. Aklı ejderhanın söylediklerindeydi. Ejderha bilerek ona saldırmamıştı. Söylediği şeyi tam olarak duyamamıştı ama sanki kendisine yalvarıyor gibiydi.
Ve korkunç gerçeği kavradı.
“Irileth.” dedi korku dolu bir ifadeyle. “Bu o değil!”
“Nasıl yani?” diye sordu Irileth.
“Helgen’e saldıran bu değil!”
“Yani, başkaları da mı var?”
“Evet, yani sanırım.”
Muhafızlar ve Irileth cesede bakıyorlardı. Demek başkaları da vardı. Bu şey sadece bir başlangıçtı. Tedirgin gözler ejderhanın bir an parlamasıyla aydınlandı. Yaratık alevler içinde yanıyordu. Alevlerin dibinden duman yerineyse farklı renklerin karışımdan oluşan bir anafor çıkıyordu. Anafor biraz yükseldi ve sonra dosdoğru Aodray’a yöneldi. Sonunda ejderha yanıp iskelet yığınına dönüştüğünde Aodray’ı saran anafor bedenin içine süzüldü ve her şey yeniden karanlığa gömüldü