Yazarın Notu: Bu bölümle beraber Ejderdoğan serisi, orijinal hikâyeden ayrılabilir. Sonra ben oynadım, böyle bir olay yoktu demeyin:)
“O iyi mi?”
“Nerden bileyim, birden yere yığıldı, şeyden sonra…”
“Herif yaratığın ruhunu emdi.”
“Siz neler saçmalıyorsunuz?”
Aodray, Irileth’i duyduğunda bilinci daha yeni açılmıştı. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. En son, ejderhadan yükselen bir anafor bedenini çepeçevre sarmıştı. Hissettiği o korkunç güce daha fazla dayanamamış ve bunun sonucunda da bayılmıştı. Şimdi, Whiterun muhafızları başına üşüşmüş, sanki başka bir dünyadanmış gibi ona bakıyorlardı.
“Kendine geldi Irileth!” diye seslendi içlerinden biri. Sonra da elini Aodray’a uzattı. “Tutun bakalım.”
Aodray muhafıza tutundu ve kendini zorlukla yukarıya çekti. Başı dönüyordu, ayrıca az önceki mücadele nedeniyle kendisini bitkin hissediyordu. Ve düşmüştü; her ne kadar ilk başta etkilememiş olsa da, anlaşılan düşüş pek hafif olmamıştı. Hem o anafor neydi öyle?
“Uzun süredir mi baygınım?” diye sordu.
“Çok değil, sadece birkaç dakika.” diye cevapladı Irileth. Aodray’ın kendine gelmesiyle hemen yanlarında bitmişti. “İyi iş çıkardın, cesaretin takdiri hak ediyor.”
“Teşekkürler, ben sadece hayatta kalmaya çalışıyordum.”
“Bu arada, o ışıldayan şeyde neydi?” diye sordu Irileth. “Dosdoğru senin içine girdi.”
“Bir fikrim yok.” diye cevapladı Aodray. Nitekim gerçekten o şeyin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.
“Ama ben biliyorum” dedi onu ayağa kaldıran muhafız. “Sen Ejderdoğan’sın!”
Muhafızlar aralarında fısıldamaya başlarken, “O ne demek ki?” diye sordu Aodray.
“Bu çok eski bir efsanedir.” diye anlatmaya başladı muhafız. “Ejderhalar Skyrim’e geri döndüğünde onları Ejderdoğan avlayacaktır ve onların güçlerini çalacaktır. Sen az önce bunu yaptın değil mi? Onun ruhunu emdin!”
“Bak, ben neler olduğunu gerçekten bilmiyorum.”
“Efsaneye göre bunu sadece Ejderdoğan yapabilir.”
Aodray tam cevap verecekken, “Doğru, büyükbabam da bu tür efsaneleri anlatırdı bana.” diye araya girdi diğer muhafız. “Onların damarlarında ejderha kanı dolaşırmış. Tıpkı Tiber Septim’in kendisi gibi.”
“Tiber Septim’in ejderha avladığını hiç duymadım!”
Bu sefer konuşan bir başkasıydı. Aodray konuşulanları ilgiyle dinlese de dediklerinin efsaneden öteye gitmediğinden adı gibi emindi. Az önce olanların başka bir açıklaması muhakkak olmalıydı.
“Ben böyle olduğunu düşünmüyorum.” dedi Aodray. Sonunda kimse sözünü kesmeden konuşabilmişti.
“Hayır, sen Ejderdoğan’sın!” dedi muhafız bu sefer coşkuyla. “Sen bu konuda ne dersin Irileth?”
“Ölü bir ejderha derim!” dedi Irileth iskeleti göstererek. “Benim gördüğüm, anladığım şey bu! Ejderdoğan efsanesine inanmamı beklemeyin.”
“Bir Nord olmadığın için anlamıyorsun Irileth!” diye çıkıştı muhafız.
“Bana mı diyorsun?” diye karşılık verdi Irileth. “Ben bütün Tamriel’i boydan boya aştım ve inanın sizin tanık olmadığınız onca acayip şey gördüm. Tavsiyemi isterseniz, bence mitler ve masallardan çok kılıçlarınıza, kalkanlarınıza inanın.”
“Zaten inanıyoruz.” dedi muhafız bozum olmuş bir şekilde.
“Jarl Balgruuf’a haberleri iletmemiz gerekiyor.” dedi Irileth Aodray’a dönerek. “Sen benimle gel, sizde (diğerlerine hitap ederek) mitler yerine kaybettiğiniz arkadaşlarınızla ilgilenin.”
Kafası iyiden iyiye karışan Aodray, Irileth’in peşine düştü ve birlikte Whiterun’a çıkan yolu tırmanmaya başladılar. Bir süre ikisi de hiç konuşmadı. Sonra Aodray sanki muhabbeti açıyormuş gibi, “Yağmur dindi.” dedi gözleriyle gökyüzünü tarayarak.
“Sana birşey sormak istiyorum. Orada ejderhayı öldürdüğünde, Helgen’e saldıranın başka bir ejderha olduğunu söylemiştin. Ciddi değildin değil mi?”
“Maalesef.” diye cevapladı Aodray. “Helgen’e saldıran bunun iki katı kadar birşeydi. Hayatımda onun gibi birşey hiç görmedim.”
“İşte bu gerçekten kötü. Eğer dediklerin doğruysa –ki öyle görünüyor- bu şeyler Skyrim’in her yerine dağılmış olabilir.”
“Şu Ejderdoğan olayı konusunda ciddi misin?” diye sordu Aodray.
Irileth tek kaşını kaldırarak , “Neden, Ejderdoğan mısın?” diye karşılık verdi.
“Bilmiyorum.”
“Sana gerçek fikrimi söyleyeyim mi? Umarım öylesindir ve her şeyin açıklaması budur.”
“Nasıl yani? Sen az önce-“
“Birkaç aptal muhafızın, arkadaşları az ötede düşmüşken dedikodu yapmasına tahammül edemedim diyelim. Yoksa neden buna inanmak istemiyim ki? Bence bugün olanlardan sonra hepimizin umuda ihtiyacı var.”
Konuşarak Dragonsreach’e çıkan merdivenleri yarılamışlardı ki olan oldu: Sarsılan şehir yeni bir ejderha tehdidinin habercisiydi sanki. Akşam saatleri olduğundan belki dışarıda pek fazla kişi yoktu, ama yinede o sırada dışarıda olanlar korkuyla gözlerini gökyüzüne çevirdiler. Evlerin pencereleri açıldı. Işıklar yandı. Ama söylenenleri hiçbiri anlamadı. Bir kişi dışında!
“Do-Vah-Kiin!”
“Neler oluyor?” diye bağırdı Irileth. “Bu seste neydi?”
“Yukarıdan geliyor!” diye karşılık verdi yakınlardaki bir muhafız.
“Herkesi sakinleştirin. Biz Dragonsreach’e gidiyoruz.” dedi Irileth ve peşindeki Aodray ile hızla merdivenleri çıktılar. İçeride, Jarl Balgruuf ve maiyeti onların getirmek üzere olduğu havadisleri bekliyordu.
“Güzel.” diye söze girdi taht merdivenlerinin başındaki Proventus. “Jarl sizi bekliyordu.”
“Efendim az önceki sesi duydunuz mu?” diye sordu Irileth nefes nefese.
Jarl önce başıyla onayladı sonra da, “Gri Sakallar!” dedi Aodray’ı meraka düşürerek. Gri Sakallar… Bu şey fazlasıyla gizemliydi.
“Neyse.” diye bir anlık dalgınlıktan çıktı Jarl Balgruuf. “Söyleyin bakalım gözcü kulesinde neler oldu? Ejderha orada mıydı?”
“Evet, Jarl’ım.” dedi Aodray. “Kule çoktan yıkılmış, savunma düşmüştü, ama biz o şeyi öldürmeyi başardık.”
“Irileth, size güvenebileceğimi biliyordum.” dedi Jarl kadına dönerek. Irileth şaşırmış gibi Aodray’a baktı. Ejderhayı kimin öldürdüğünü gayet iyi biliyordu. Yinede yanındaki Nord’un alçakgönüllü yapısına hayran kalmıştı.
“Bu arada, az önce geri dönerken ‘Ejderdoğan’ dendiğini duydum. Sanırım sizde duydunuz?” diye sordu Aodray.
“Ejderdoğan mı? Sen bu çağrıyı anladın mı?” diye sordu Jarl. Sonra gözlerini kısarak, “Orada gerçekten neler oldu?” diye de ekledi.
“Şey, ejderha öldüğünde ondan bir tür güç emdim. Ya da onun gibi birşey. Hala ne olduğu hakkında bir fikrim yok.”
“Demek doğru, Gri Sakallar gerçekten de sana sesleniyorlarmış Nord dostum.” dedi Jarl Balgruuf etkilenerek.
“Gri Sakallar?”
“Ses Yolu’nun ustaları!” diye cevapladı Balgruuf. “Tepede, toplumdan uzak bir biçimde yaşayan keşişlerdir onlar.”
“Efendim, anlayamıyorum.” dedi Aodray. “Onlar benden ne istiyorlar ki?”
“Bir ejderhanın ruhunu emdiğini söyledin. Bence çok açık, sen Ejderdoğan olmalısın! Ve eğer sen gerçekten de Ejderdoğan isen, onlar sana gücünü kontrol etmeyi öğreteceklerdir.”
“Bu yüzyıllardan beri olmamış birşey.” dedi Jarl’ın yanında duranlardan biri. İlk defa konuşmuştu. Kazıttığı saçları, savaş boyaları, pullardan yapılma zırhıyla gerçek bir savaşçı olduğu hemen belli oluyordu. “Derler ki en son çağrıyı Tiber Septim’in kendisi yapmış!”
“Hrongar!” diye sözünü kesti danışman Proventus. “Kendine gel. Burada Nord saçmalıklarını dinlemek zorunda değiliz!” Sonra katıksız bir küçümseme ifadesiyle Aodray’a dönerek, “Nedense onun Ejderdoğan olduğuna dair hiçbir işaret görmüyorum!” diye devam etti.
“Nord saçmalıkları mı?” diye sinirle söylendi Hrongar. “Bu cahillik… Anlattıklarım saçmalık değil, bizim kutsal inanışlarımız!”
“Hrongar.” diye araya girdi Jarl Balgruuf. O ana kadar tıpkı diğerleri gibi ikilinin tartışmasını izlemekle yetinmişti. “Proventus’a karşı bu kadar sert olma, sonuçta o bir Nord değil. Bizim inançlarımızı paylaşmak zorunda da değil.”
“Jarl’ım ben kesinlikle Nord’ların inanışlarına saygısızlık etmek istemedim.” dedi Proventus. “Ama Gri Sakallar onu neden istesinler ki?”
“Bu Gri Sakallar’ın işi Proventus. Bizim değil.” dedi Jarl Balgruuf. Sonra Aodray’a hitap ederek, “Siz ejderhayı öldürdüğünüzde her ne olduysa, seninle ilgili birşeyler açığa çıktı ve Gri Sakallar bu şeyden haberdar oldular. Hem zaten onlar senin Ejderdoğan olduğunu düşünüyorlarsa biz burada neyi tartışıyoruz ki?”
“Jarl’ım ilginize minnettarım.” dedi Aodray. “Fakat tüm bunlar benim algılayabileceğimin çok ötesinde şeyler. Yani ben? Ejderdoğan?”
“Mütevazılığına gerçekten söylenecek söz yok.” diye güldü Jarl Balgruuf. “Bu arada hala bizlere ismini söylemedin Ejderdoğan.”
“İsmim Aodray efendim.”
“Bana sorarsan bir an önce tepeye çıkıp Hrothgar’a gitmelisin.” dedi Jarl Balgruuf. “Gri Sakallar’ın çağrısı reddebileceğin birşey değil. Bu bir hediye, bir onur. Tıpkı damarlarında dolaşan kanın gücü gibi.”
“Tavsiyeniz için teşekkür ederim.”
“Ah, doğrusu seni kıskanıyorum.” dedi Jarl Balgruuf hülyalı bir şekilde. “Yedi bin basamağı yeniden tırmanmak… Biliyor musun, ben bu uzun yolculuğu çok uzun zaman önce yapmıştım.”
“Hrothgar huzur dolu bir yerdir. Dünyanın tüm o karmaşasından, tehlikesinden uzaktadır. Onların, aşağıda olup bitenleri umursaması görülmüş şey değildir. Buna hayret ediyorum doğrusu.”
“Oraya gitmeyi ciddi bir şekilde düşüneceğim Jarl’ım.” dedi Aodray. Bir yandan o da hayret içerisindeydi. Çok değil, bundan birkaç gün önce idam edilmek üzere olan, aşağılık bir mahkûmdan öte birşey değildi. Ama şu anda onu çevreleyen tüm gözler hayranlıkla bakıyordu. Bir insanın yaşayabileceği tüm o durumları sadece birkaç gün içinde yaşamaktı bekli de onun kaderi. Ölüme bırakılmış bir haldeyken, yardımsever bir Stormcloak tarafından kurtarılmaktı belki de onun kaderi.
Belki kaderinde bu yaratıklarla savaşmak vardı. Yine de dolduramadığı bazı boşluklar da yok değildi. Ejderha ölmeden hemen önce ona seslenmişti. Kendisini öldürmemesini istemişti. Peki, ama neden? İçindeki güç koca bir ejderhayı korkutacak kadar büyük müydü?
“Aodray, yolculuğa çıkıp çıkmayacağını bilmiyorum, ama Whiterun’dan ayrılmadan önce benim onur konuğum olarak, enerjini toplayana kadar burada kalmanı istiyorum.” dedi Jarl Balgruuf. “Şimdi, saray büyücüm Farengar’ı görmeni istiyorum. Söylentiler daha sen gelmeden buraya ulaştığından, senin için birşeyi olduğunu söylemişti.”
“Efendim merak ettim, ne olabilir ki?” diye sordu Aodray merakla.
“Ben de bilmiyorum.” diye cevapladı Jarl Balgruuf. “Kendisi uzun zamandır bir ejderha araştırmasıyla meşgul. Odası hemen şurada (eliyle sağ taraftaki açık kapıyı göstererek).
Aodray, Jarl’a yerlere kadar eğilerek selam verdi ve büyücüyü görmek için masanın etrafından dolanıp, açıklıktan içeriye adımını attı. Büyücünün odası geniş ve ferahtı. Girişte sağda, kocaman bir Skyrim haritası hemen göze çarpıyordu. Arkadaysa biri yatağın olduğu bölüme diğeri kütüphaneye açılan iki kapı vardı. Oda, bir büyücüye yakışmayacak derecede tertipli sayılırdı. Farengar ise çalışma masasına oturmuş, elide tuttuğu bir nesneyi inceliyordu. Her tarafını saran, mavi bir cübbe ve yine aynı renkte bir başlık giymişti. Aodray’ın geldiğini fark edince elindeki nesneyi masaya bıraktı ve “Hoş geldin Ejderdoğan!” dedi ışıldayan bir yüzle ona bakarak.
Adamın yüzü bembeyazdı ve oldukça uzun bir burna sahipti. Gri renkli gözlerinden zekâ fışkırıyordu.
“Beni görmek istediğini söylemişsin.” dedi Aodray.
“Aa, evet. Bunu istedim değil mi?” dedi birden dalgınlaşarak. “Bazen çok şey istiyormuşum gibi geliyor. Sana da olur mu bu?”
“Efendim?” diye sordu Aodray şaşkın bir ifadeyle.
“Önemli değil, sadece kendi kendime soruyordum.” diye cevaplı Farengar. Adam kafayı üşütmüş gibiydi. “Senin bir ejderhanın gücünü emdiğini söylediler, bu doğru mu?”
“Evet.” diye cevapladı Aodray. Nedense adama kanı hiç ısınmamıştı.
“O zaman düşündüm de belki bunu okuyabilirsin?” dedi masada ki nesneyi göstererek.
Aodray masaya eğilerek şimdi antik bir taş parçası olduğunu anladığı nesneye baktı. Hafif sarımsı bir rengi vardı. Üzerinde anlayamadığı sembollerden oluşan yazılar vardı.
“Bu kadim ejderha lisanıdır.” diye açıkladı Farengar. “Ne görüyorsun?”
“Ne mi görüyorum?” diye çıkıştı Aodray. “Tabi ki anlamsız semboller sadece.”
“Ne yani okuyamıyor musun?” diye hayal kırıklığını belli etti Farengar. “Ben de sanmıştım ki-“
“Oradan bakınca ejderha gibi mi görünüyorum.”
“Yok, hayır, onu kast etmek istememiştim.”
Aodray, taşı daha iyi inceleyebilmek için eline aldı. Bunu yaptığı anda taşın üzerine kazınan harfler inanılmaz bir biçimde ışıldamaya başladı. Farengar olan biteni şaşkın bir halde izliyordu. Bir süre daha ışıldayan semboller, sonra yavaş yavaş sönmeye başladı. Bu süreç, en sonunda diklemesine çiziktirirmiş üç sembol kalana kadar devam etti.
“Fus!”
Aodray, yazan kelimeyi istemsiz olarak yüksek sesle söylemişti. Şu anda neye şaşıracağını hiç mi hiç bilmiyordu. Kadim bir lisanda yazılmış kelimeyi nasıl bir anda okuduğuna mı yoksa neredeyse bağırarak söylediğinde oluşan etkiye mi?
Dudaklarını aşan bir büyü dalgası dosdoğru Farengar’ı vurmuştu. Adam büyünün etkisiyle sendelerken başlığı da açılmıştı. Ayrıca, arkasındaki ayaklı çerçeveye asılı duran harita önce yalpalamış, sonra da gürültüyle yere düşmüştü. Saray ahalisi sesi duyduğu gibi odanın içine doluşmuştu. Her zamanki gibi yine bütün gözler Aodray’ın üzerindeydi. Onunsa başı feci bir şekilde dönüyordu. Görüşü bulanıktı, hiçkimseyi seçemiyordu. Yeniden yere yığılmadan önce birilerinin ona seslendiğini duydu sadece.