Muhafız bölüğü, herkesin şaşkın ve korkulu bakışları eşliğinde girişi aşıp yemek masalarının olduğu bölüme ilerledi. Aodray, her ne kadar neler olup bittiğini anlamamış olsa da, Dragonsreach ahalisinin tepkisinden bir çıkarım yapabiliyordu. Muhtemelen yeni bir ejderha saldırısı olmuştu ve bu seferki kuledekinden daha büyük bir hasara neden olmuştu.
“Ysmir!” diye yeniden haykırdı Jarl Balgruuf. “Sizin burada ne işiniz var?”
“Efendim, bunu bizde merak ediyoruz.” dedi muhafızlardan biri. “İnanın, hiç bir fikrimiz yok!”
“Neredeyse iki gündür sizin ruhlarınız için dualar ediyorduk.” dedi Balgruuf gözlerini indirerek. “Söyleyin, nasıl oldu tüm bunlar?”
Aodray olayı tam olarak kavrayamamıştı. Ve konuşmanın nereye doğru gideceğini de kestiremiyordu. İpin ucunu şimdiden kaçırmıştı.
“Jarl’ım, neler oluyor?” diye sordu. “Niye sizde dahil tüm Dragonsreach korku içinde?”
“Onları tanımıyor musun Ejderdoğan?” diye karşılık verdi Jarl Balgruuf. “Muhafızlar, miğferlerinizi çıkarın!”
Muhafızlar miğferlerini çıkardığında aynı korku ifadesi artık Aodray’ın da yüzüne kazınmıştı. Bu gerçek olamazdı, imkanı yoktu!
***
Çocuk gözlerini açmaktan ölesiye korkuyordu. Çünkü yere inen şey, onun gördüğü tüm kabuslardan bile beterdi. Neredeyse kendi boyuna ulaşan dişleri ya da yukarıdayken tüm köyü gölge içinde bırakan dev kanatları görmeyi hiç mi hiç istemiyordu.
“Gözlerini aç çocuk!” dedi kanatlı dev. Sesi kalın ve hırıltılıydı.
Gözlerini açamadı, çünkü ölümünü görmek istemiyordu. Keşke hiç konuşmasaydı, keşke her şey hemen olup bitseydi.
“Sana gözlerini aç dedim, Do-vah-kiin!”
Ejderhanın sesi köyün çevresindeki tepelerde yankılanırken çocuk tedirginlikle gözlerini açtı. Sarı dikey göz bebekleri onu inceliyordu. Uzun kafatası vücuduyla beraber ileri atıldı ve tam dibine kadar sokuldu.
Ölümle yüz yüzeydi… Lakin ölüm gelmedi.
“Neden yapmıyorsun? Neden hala beni öldürmedin?” diye ağlayarak haykırdı çocuk.
“Üzgünüm Do-vah-kiin. Kandırıldım. Senin burada yaşadığını bilmiyordum.” dedi ejderha. Ejderhanın burun deliklerinden fışkıran duman, çocuğun bedenini ısıtıyordu.
“Ama ailemi öldürdün. Yaşadığım yeri yok ettin.” dedi çocuk köye bakarak.
“Bunu hayatımla ödemeye hazırım. Kendi kanıma ihanet ettim.” diye karşılık verdi ejderha.
“Sen…”
“Henüz anlayamıyorsun, henüz bilmiyorsun.” dedi ejderha.
***
“Sizin ölmüş olmanız gerekiyordu!” dedi Aodray. “Öldüğünüzü gördüm, cesetlerinizi gördüm.
Bu muhafızların bir kısmını tanıyordu. Daha bir kaç gün önce bazılarıyla kuleye gitmişti. Zırhını onlarla beraber giymişti. Ejderhayla beraber savaşmışlardı. Ve bu muhafızlar kulenin tepesinde yanarak can vermişlerdi. Nasıl olur da hala hayattaydılar?
Şimdi etrafındakilerin neden kireç gibi bembeyaz kesildiğini biliyordu. Bu ya kötü bir şakaydı ya da kulede hiç tahmin edemedikleri olağanüstü olaylar gerçekleşmişti. Bu insanların kararmış bedenlerini görmese bir nebze olsun yaşananları kavrayabilirdi ama görmüştü işte.
“O şey saldırdığında biz de öyle düşünmüştük.” diye cevapladı ilk konuşan muhafız. Anlaşılan o, diğerlerinin sözcüsü durumundaydı.
“Peki ne oldu da hayattasınız? Ya da gerçekten hayatta mısınız?” diye atıldı Jarl Balgruuf.
“Ejderha, saldırısı öncesinde bir büyü yaptı. Hemen ardından kendimizi farklı bir boyutta bulduk. Biraz önce de dışarıdaki çiftliklerin tam ortasında uyanıverdik ve hemen buraya koştuk.”
“Bu imkansız!” dedi Proventus araya girerek. “Sizin cansız bedenlerinizi gördük.”
“İlizyon büyüsü!” diye bağırdı arkalarından bir ses. Büyücü Farengar odasının hemen dışından seslenmişti. “Ejderha hepinize ilizyon büyüsü yapmış!”
“İyi de bunu neden yapsın ki?” diye sordu Aodray.
“Ben bunun cevabını biliyorum.” dedi muhafız sözcüsü.
“Nasıl yani?”
“Çünkü ejderha bana söyledi.”
Jarl Balgruuf hem şaşırmış hem de inanmıyormuş gibi, “Senin ejder lisanını bildiğini sanmıyorum. Nasıl olurda dediklerini anlayabilirsin?” diye sordu.
“Efendim, ejderha bizim lisanımızda konuştu.”
Farengar, “Jarl’ım, aslında dedikleri doğru olabilir.” diye yeniden araya girdi. “Sanılanın aksine ejderhalar bizim konuştuğumuz dilleri bilirler. Tarihte, özellikle büyük Ejderha Savaşı’nı anlatan belgelerde buna dair büyük kanıtlar var. Dilimizi biliyorlar, fakat konuşmaya değer olmadığını düşünüyorlar.”
“Efendim zaten o da, bana benzer şeyler söyledi.” dedi muhafız hemen. “Söylediğine göre ben, onun konuştuğu ikinci insanmışım.”
“Tamam anladım.” dedi Balgruuf eliyle muhafızın sözünü keserek. “Artık sana ne dediğini öğrenebilir miyiz?”
Muhafız duyulacak bir biçimde yutkundu ve boğazını temizledi. Herkesin gözleri, kulakları onun üzerindeydi.
“Bana, ‘Bu akşam sadece tek bir kişi ölecek.’ dedi.”
“Nasıl yani, bu kadar mı?” diye sordu Aodray.
“Yok, hayır bir şey daha söyledi.” dedi muhafız, Aodray’a bakarak. “Şey dedi, ‘Bu akşam hem ben, hem de Do-vah-kiin intikamını alacak!'”
Muhafıza kilitlenen sarayın dikkati çözüldü ve bu sefer tüm gözler Aodray’a yöneldi.
“Bana neden bakıyorsunuz.” dedi Aodray hemen. “Benim olay hakkında hiç bir fikrim yok!”
“Olmadığını biliyoruz Ejderdoğan.” dedi Jarl Balgruuf. “Ama kulede olanlar hakkında bize söylemediğin bazı şeyler olduğunu hissediyorum.”
“Size söylediğimden farklı herhangi bir şey yaşanmadı efendim.” dedi Aodray.
“Peki ejderha sana saldırdığında neler oldu?” diye soruyu değiştirdi Balgruuf. Aodray hayretler içerisindeydi. Jarl tahmininden de kısa sürede işin iç yüzünü kavramıştı. Kendisinin de aklına takılı kalmış olan cevapsız soru, tahtında oturan heybetli adamın da aklını kurcalıyordu. Aodray, Jarl Balgruuf’a bir kez daha hayranlık duymuştu.
“Efendim, sizin de anladığınız üzere bana hiç saldırmadı.” diye cevapladı Aodray. “Yaşanan, tek taraflı bir savaştı.”
“Tıpkı tahmin ettiğim gibi.” dedi Jarl Balgruuf düşüncelere dalarak.
“Hepimizi kandırdın!” diye haykırdı Proventus parmağıyla Aodray’ı göstererek. “Seni yalancı!”
“Ne dedin sen?” diye hırladı Aodray. Proventus, Aodray’ın sert çıkısı karşısında gerilese de konuşmaya devam etti.
“O şeyle savaşmamışsın, sana saldırmadığına göre belli ki ejderha düpedüz intihara gelmiş. Sen bir yalancısın!”
“Ağzından çıkanlara dikkat et güneyli!” dedi Aodray elini kılıcına götürerek. Zevzek danışmana öylesine sinirlenmişti ki şu an kılıcını çekip kafasını bedeninden ayırabilirdi. “Ben kimseye yalan filan söylemedim.
Kimseyi kandırmadım. Sizler, beni Ejderdoğan ilan ettiniz. Ben kimseye ejderha öldürdüm demedim. Bunu da siz söylediniz!”
“Sakin ol Ejderdoğan.” dedi Jarl Balgruuf, Aodray’ı yatıştırmaya çalışarak. “Proventus bazen saçmalayabiliyor, bunu öğrenmiş olman gerekir. Kimse senin dalavereci olduğunu düşünmüyor. Fakat…”
“Evet?” diye sordu Aodray Jarl’ın devem etmesini bekleyerek.
“Artık Hrothgar’a gidişini ertelememen gerekiyor. Ben sadece sorulara sahibim. Eğer cevapları istiyorsan yedi bin basmağı aşman ve Gri Sakallar’a ulaşman gerekiyor. Sana aradığın cevapları, hatırlayamadığın geçmişini sadece onlar söyleyebilir.”
“Haklısınız Jarl’ım.” dedi Aodray. “Yarın ilk iş yola koyuluyorum. Beni misafir ettiğiniz için size çok teşekkür ederim.”
“Asıl biz, Ejderdoğan’ı ağırladığımız için mutluyuz.”
Aodray, Jarl Balgruuf’dan müsaade istedi ve biraz rahatlamak, biraz da kafasını boşaltabilmek için kendini Dragonsreach’in dışına attı. Ay ışınının yansıdığı su, insanın içine huzur veriyordu. Ve Aodray’ın buna her şeyden çok ihtiyacı vardı.
“Beni böyle devamlı takip mi edeceksin?” diye sordu arkasından gelene dönerek.
Lydia kaşını kaldırarak, “Seni kollamam emredildi, sadece işimi yapıyorum.” diye cevapladı.
“İyi o zaman.” dedi Aodray ilgisizce. Şu an yalnız olmayı dilerdi.
Beraber merdivenleri inip, şehrin alt bölümüne indiler. Buradaki dükkanların hepsi kapalıydı. İnsanları çoktan evlerine çekilmişlerdi. Birkaç muhafız dışında sokaklar tamamen boştu.
“Bir şeyler içebileceğim bir yer var mı?”
Lydia, “Tam karşımızda.” diyerek sokağın sonundaki hanı gösterdi. Bina ahşaptan yapılmıştı. İki katlı, küçük, sevimli bir yere benziyordu. İkinci katındaki pencerelerin kenarlarından iki sıra sütun aşağıya iniyordu. Sarı renkteki çatının tepesineyse, yine ahşaptan yapılma at başları kondurulmuştu. Aodray ve Lydia çiftli kapıları açıp içeriye girdiler.
Dışarıdaki sessiz ve boş sokağın aksine hanın içi kalabalık ve sıcacıktı. Tam ortaya ateş yakılmış, etrafına da sandalyeler atılmıştı. Bir ozan, elindeki minik davulu çalıyor, aynı zamanda da şarkı söylüyordu. Sandalyelere, masalara kurulmuş Whiterun halkıysa coşkuyla ona eşlik ediyor, içkilerini yudumluyordu. Aodray, ateşin çevresine dağılmış dört sütunla desteklenen ikinci katta da insanların oturduğunu fark etti.
Aodray sağ taraftaki tezgaha yöneldi. Tezgahın ardında esmer bir Nord kadını duruyordu. Belli ki kadın, hanın sahibiydi.
“Hoş geldin Lydia.” dedi kadın gülümseyerek. “Sana ve arkadaşına ne ikram edeyim?”
“Bal likörü iyi olur aslında.” dedi Lydia tezgahın dibindeki sandalyeye kurularak. Aodray onu takip ederek tam karşısına oturdu ve beraber hanı izlemeye başladılar.
“Güzel yerdir.” diye söze girdi Lydia.
“Evet, benimde hoşuma gitti.”
Sonunda biraz olsun içini huzur kaplamıştı. Son bir kaç gündür peşine takılan dertleri biraz olsun unutabilirdi. Hancının hizmetçilerinden birinin getirdiği likörü teşekkür ederek aldı ve ozanı dinleyerek keyifle içmeye başladı.