Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm 4)
-“Aklımı karıştırmayı kes!” diye birden parladı Tuncay. “Bu söylediklerinin
kulağa ne kadar saçma geldiğinden haberin yok mu senin? Bayan ZamanGezgini, ha?
Madem öyle, yapabileceğin en iyi şeyi yap ve bütün kurbanlarını tekrar dirilt.
Ve ardından da bu binaya giren herkesin aklından geçen ilk şeyi yap; toz ol
buradan! Hah! Söylediğine göre bütün bunları yapabilirsin, değil mi? Sana cadı
diyenlere şaşmamak gerek öyleyse.”
Ter içindeydi. Önceki günü, peşinden gelen diğer bir yeni güne bağlamıştı;
dışarıdan kuş sesleri geliyordu. İlk ışıklar daha henüz kaynağının yerini onu
görmeye çalışanlara belli etmeye başlamıştı; fakat, bulundukları odanın kadim
kara duvarları bunu hiç hissetmemişti ve ilelebet de hissedemeyecekti. Yalanın
yeni güne doğuşuydu o aslında, her sabah etrafı binbir ışık huzmesine boğup
ışıksız olan gerçekliği aydınlatarak karanlığı karartandı. Fuzuliydi. Ne gerek
vardı şimdi alışılmış düzene yeni kurallar getirmeye? Çünkü asıl gerçeğin
rengiydi o; bütün endamı ve asaletiyle simsiyahtı. Hiçbir aydınlatıcı unsur ile,
yapay hiçbir kaynak ile rahatsız edilmiyordu. Nedeni işte buydu onu bu denli
gerçek kılan. Işık bile ona dokunamıyorken onun yandaşları, yani onu ve
yaratıcısını asıl hissedenler, sonsuz özgürlüğün semalarında kanatlarını huzur
ile doldurarak yükseliyorlardı. Ta ki uykularını getiren şafak, mehtaba dokunana
kadar. Ve nitekim yatma vakti onlar için gelmişti.
Uykusuzluğun baş döndürücü saatlerini yaşıyordu Tuncay da; her ne kadar diğer
insanlar az sonra uykularından uyanarak her gün bıkmadan ve usanmadan
çevirdikleri kısır döngülerindeki rollerinin gerekliliklerini yerine
getireceklerse de. Fakat şimdi düşündüğünde, birkaç saat önce odasında duman
sisinin ortasında oturan Tuncay kadar uykulu değildi. Sigarasız geçirdiği
dakikalar, kalbinin pompaladığı kanın içerdiği oksijene de yansımıştı.
Akciğerlere nispeten daha temiz olan havayı çekmek, normal bir insanın
anlayamayacağı bir rahatlık olsa gerekti. Tabii yaptığı işin gereğince burnuna
dolan koku yelpazesinin açısı da halktan herhangi birininki ile kıyaslanamazdı.
Kan kokusu da buna dahildi. Donmuş cesedin üzerindeki ağır koku, serum kokusu,
kanayan burnundaki taze koku, ellerine saatler öncesinde bulaşan kanın kokusu,
kesik bir yaradan akıp ayakkabının tamamını dolduran pıhtılaşmış kanın kokusu ve
üstüne üstlük hepsinin tatları da dilinde yer etmişti. Bazen neden trafik polisi
olmadığını yada berberlik yapmadığını düşündüğü olmuyor değildi. Karşısındaki
kıza baktı bir süre, şans eseri Julia da bu süre zarfında konuşmamıştı. Tuncay
ona bakarken berberliğin aslında hiç de fena bir meslek olmadığını düşündü.Bu sessizlik aniden bozuldu.
-“Beni şaşırtmıyorsun.” Sesi sıradan ve ifadesizdi. Ama buna rağmen konuştuğu
kişinin ruhunu okşayacak tınılar, beraberinde adeta çağlayandan damlayan her bir
su damlası gibi dalgalandırıyordu dinleyeninin duygularını. Bu tavrı onu baştan
beri alışılmadık ve enteresan kılmıştı zaten. Bu andan sonra yapmadığı bütün
hareketler, onun aslında bir özürlü olup olmadığına dair şüpheleri körüklemekten
öteye geçemeyecekti. Çünkü şu ana kadar çok fazla bir fiziksel aktivitede
bulunmamıştı. Sadece konuşmuş, başını düzeltmiş ve ellerini yukarı kaldırmıştı.
Bu yetmez miydi?
Tuncay’ın sözlerinden sonra ellerini tekrar indirdi ve dizlerinin arasında
birbirine yapıştırdı. Başını da öne indirirken derin bir nefes aldı ve bıraktı,
o esnada da iki yana sallandı oturduğu yerde. Ellerini kaldırıp masanın üzerine
koyduğunda elleri birbirine bileklerindeki kelepçelerle bağlıydı.
-“Bu nasıl oluyor?! Az önce ellerini yukarı kaldırdın. Birbirlerinden
ayrıydılar. Şimdi bu ellerindekiler de neyin nesi?”
Başını hafif kaldırıp gözlerini dedektifin gözlerine dikti Julia. Sesi bu kez
arsız bir kız çocuğunun şımarık ifadesini andırırcasına yumuşak, sevimli ve
hınzırcaydı: “Ama sen benim dediklerime inanmıyosun ki! Sana dakikalardır anlam
veremediğin şeyler gösterdim ve bunların hepsi benim oyuncaklarım. Sevdiğim şey
ise onlarla oynamak. Bileklerime kelepçe taktım. İstersen çıkartayım.
Çıkartırım, ama, ne olur gözlerini kapat ve ben aç diyene kadar açma.” Tuncay
gözlerini kırptı ve ikinci karede Julia denen kadını kelepçeyi parmağında
çevirirken buldu. Bu kez konuşurken sesinin tonu az önceki çocuksu hava ile
kıyaslanamayacak kadar normaldi: “İstersen ciddileşebilirim.” dedi. “Şimdi
arkanı dön, ve sana az önce dediğim gibi kapıyı kendin için aç. İstersen bu
anlam veremediğin şeylerin nasıl gerçekleştiğini yürürken konuşalım. Dediğim
gibi yolumuz uzun.”
Sözlerinin sonunda şeytani bir gülümseme belirdi yüzünde kadının. Tuncay’ın
korku filmi yada kabus olarak tanımladığı şey gitgide uzuyordu. Etrafına
bakındı, sanki kendini görüntüleyen minik kameraları fark edeceğini düşünerekten
veya olası diğer enteresanlıkları fark edeceğini sanarak. Kendi kendine güldü,
sinirleri bozulmuştu ister istemez.
-“Dediğin olacak.” dedi Tuncay, başına gelebilecek her şeyi kabul edercesine.
“Aslına bakarsan merakım gitgide artmaya başladı bu konuya dair. İnan seni
gördüğüm andan itibaren ne yaptığım meslek, ne de bu meslekte elde ettiğim
kıdemim aklımdan geçti. Ailemden söz ettiğinde bütün bunlar yerinden kayboldu.
Anlamsız bir hüzün doldu gözlerime.” Sol eli titremeye başladı inanılmaz
dakikliğiyle. “Bak! Elim de senin söylediğin gibi lanet bir şekilde kıpırdanmaya
başladı… .. ..Her neyse. Bunun şimdi bir önemi yok. Pekala, haydi bakalım, tut
elimden de götür beni istediğin yere. Anladığım kadarıyla yapacaklarımız bundan
farklı değil, ha? Rüya ise gördüğüm en ilginç rüya, kabussa karşılaştığım en
saçma kabustu bu. Ama eğer dediklerin doğruysa bunu beni öldürmen ihtimalini
hesaba katarak kabul ettiğimi bilmeni isterim. Kandırıldım senin tarafından,
bunu kabul ediyorum. Hem de çok saçma bir konuda ve mantıklı düşünüldüğünde asla
gerçekleşme ihtimali olmamacasına.”
-“Ne demek istediğini tam anlamıyla anlıyorum. Evet, düşündüklerin gerçekten de
çok doğal. Seni temin ederim ki yerinde olup da karşıma benim gibi bir “şey”
çıksa, senin kadar anlayışlı olamayabilirdim. En azından belimdeki silaha
güvenebilirdim. Nitekim belinde bir silah var. Neyse. Bu gerçekten de aynen
senin dediğin gibi oldukça dokunaklı, alışılmadık ve çok saçma görünümlü. Haydi
gidelim öyleyse, zira karına ve kızına daha fazla özlem duymak isteyeceğini
sanmıyorum. Kapıyı açmanı istiyordum ya, eğer üşenirsen açmayabilirsin. Bu
yalnızca bir simgeydi. Sen kapıya yönelirken ben de kazandığım zamanla gidip
hazırlanacaktım. Çünkü senin yanında bu kadar açık saçık dolaşmayı pek
istemiyorum” güldü. “Aslında zamanın gerçekten de kazanılabileceğini sanıyorsun,
değil mi? Bu kavramı kaybedeli uzun zaman oldu benim için. Zaman kazanılıp
kaybedilen bir şey değildir aslında. Zaman akar. Sen o anda ne yapmak üzereysen
o gerçekleşir ve zaman, kendini bağlayan halkalar boyunca akar. O sadece kontrol
edilebilir. Bu biraz zorlayıcı bir deneyimdir ve şundan emin olabilirsin ki,
bunu benim gibi sen de yapabilirsin. Ah, pardon. Yapabilirdin demeliydim. Bunu
kaybetmeme ve benden başka kimsenin eline geçmesine izin vermeyecek kadar bencil
biriyim, itiraf ediyorum. Ama böyle bir özelliğe sahip olan birinin bunu
kaybetmeyi isteyecek olmasını düşünemiyorum bile. Bunların ne anlama geldiğini
de hayal ettiğini sanmıyorum. Biraz sonra anlatacağım sana ve hepsi yerli yerine
oturacak, bundan eminim. Ama istersen bunu uzun yolculuğumuza saklayalım. Çünkü
az önce de dediğim gibi; yürüyecek çok uzun bir yolumuz var.”Tuncay’ın kafasına yeni sorular eklenmişti. Bunlardan birisi de bu kadının nasıl
olup da bu kadar kendinden emin konuştuğuydu. Sanki dedikleri çok normal bir
şeymişçesine davranıyordu. Dakikalardır zamanı durdurmaktan, geçmişe dönüp
geleceğe gitmelerden bahsediyordu. Mucize mi demeliydi tüm bunlara? Eğer bir
mucize görseydi belki karşılaştığı her şey için bir sınıflandırma
oluşturabilirdi. Kendini böylesi bir derecelendirme yapmak için bu kadın
karşısında oldukça yetersiz hissediyordu.
Tuncay artık yeni tanıştığı bu kadına dair karşılaştığı hiçbir şey hakkında
mantık yürütmemeyi kabul etmişti. Zira kız sandalyeden kalkıp yanına geldiğinde
ellerinde kelepçe yoktu. Yerde ise kıza ait bir gölge bulunmuyordu. Kendi
gölgesine baktığında ise bacaklarını, kollarını ve başını oynattığı halde
hareketsiz biçimde olduğu yerde durduğunu fark etti. Dikildiği yerden uzaklaştı,
ve gölgesi onunla beraber gelmedi.
Julia onun yanına gelip elini tuttuğunda üstünde uzun kollu siyah bir gömlek,
bacaklarında ise mavi bir kot pantolon vardı. Ayakları çıplak, yüzü makyajsız ve
saçları kan rengindeydi. Yüzünü önce kıza çevirip üzerindekilere dikkat ettikten
sonra tekrar gölgesine baktı Tuncay. Hislerine göre şu an ağlaması lazımdı.
Hatta ağlamalıydı, çünkü gözlerinde yaşların biriktiğine dair hisler vardı. Ama
hayır! Gözyaşları çıkmıyordu. Sentezlendikleri yerden akıp göz kapakları
ıslanmıyordu. Damlamayacaktı da ardından. Dudakları her ne kadar küçük bir
çocuğun ağlamaklı ifadesi kadar büzülmüşse de işte gözlerinden gözyaşı
çıkmıyordu. İfadelerini bile kaybetmişti gördüklerinin ardından.
Sonra Julia elleriyle çenesine dokundu karşısındakinin ve son bir cümle daha
kurdu odadan çıkmadan evvel: “Şaşırma artık!”