Karanlık Kardeşlik – Bölüm 5

Cyrodiil’in kuzeyindeki tek şehir olan Bruma, dayanıklı insan ırkı ve insanlarıyla aynı orantıdaki dayanılmaz soğuğuyla ünlüdür. Devasa surlarla çevrili olan şehrin giriş çıkışlar için kullanılan iki büyük cümle kapısıysa her daim tetikte olan muhafız birlikleri tarafından korunur. Bruma, aynı zamanda eşsiz üç katlı yapısıyla da ülkenin diğer şehirlerinden oldukça faklıdır. Tabii ki bu yapı sadece ihtişam ve gösteriş amacıyla kurulmamıştı. Yılın her mevsiminde kar ve dondurucu soğukla boğuşan Bruma halkı, evlerini şehrin soğuğa en dayanıklı kısmı olan ilk katına inşa etmişlerdi. Şehir Meydanı ve katedrali de barındıran bu zemin katın ardından yükselen ikinci kattaysa hanlar, ticarethaneler ve resmi loncalar vardı. Şehrin en üst katmanı olan üçüncü kattaysa olağanüstü görkemiyle Bruma Kalesi yer almaktaydı.

     Elrin, Roxey Hanı’nda tanıştığı tüccarla beraber Doğu Cümlekapısı’ndan girerken şehrin ihtişamına ayıracak vaktinin olmadığını düşündü. Buraya tatile gelmemişti. Yapması gereken daha önemli şeyler vardı. Kendi ırkından bir kardeşini katletmek gibi şeyler.

     Lucien Lachance’yi tanıdığı andan itibaren ikiye ayrılmıştı. Bir yanı yaptığı şeylerin ne kadar korkunç ve iğrenç olduğunu söylerken, diğer yanıysa ona ev ve yemek veren Kardeşlik’in hizmetinde olmanın gurur verici bir şey olduğunu fısıldamaktaydı. Gecenin Annesi ona kurtuluşun yolunu göstermişti. Elrin’i korkutansa bu yolun dönüşünün olmamasıydı. Konuşmacı’nın isteğini yerine getirdikten sonra ailenin bir parçası olmuştu. Aileden ayrılmanın ise feci bedelleri olacağı açıktı.

     “Elindeki malları nereye satmayı düşünüyorsun dostum?”

     Beraber yolculuk ettiği tüccarın sesi, Elrin’i düşüncelerinden sıyırıp Bruma’nın dondurucu havasına atıvermişti. Soğuktan donmak üzere olan ellerini cübbesinin içine soktu ve tüccara dönerek:

     “Yok, önce biraz dinlenmek istiyorum, Olav’ın Hanı oldukça ucuz diye duymuştum.” dedi.

     “Tam önünde duruyorsun.” dedi dalga geçerek. “Neyse ben işime bakayım, eğer laflamak istersen ismim Ongar. Evim katedralin arka tarafındadır.”

     Elrin onunla takılmak isteyebileceğini pek düşünmüyordu. Arkadaşa ihtiyacı yoktu. Hiçbir şey söylemeden arkasını döndü ve hana girdi. Bilmediği şeyse Ongar’ın ilerde onun için hayati önem taşıyan bir isim olacağıydı.

***

     Olav’ın Hanı ufak bir yer olmasına rağmen içerisi oldukça kalabalıktı. Ortadaki masada dört kişi oldukça yüksek sesle konuşarak biralarını içiyordu. Sarhoş olduklarından sık sık konuşmaları sonu gelmez kahkahalara dönüşüyor ve gülerken ayaklarını yere vurmalarıyla alttaki pis halıdan tozlar savruluyordu. Hanın gerisindeki şarap fıçılarının olduğu yerdeyse göğüs dekoltesini aşırıya kaçıran bir kadınla iki erkek belli bir konu üzerinde tartışıyordu. Elrin tartıştıkları şeyin ne olduğunu üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyordu. Hanın sağ bölümü arka bölümdeki merdivenler ve alt taraftaki küçük kapıyla bulundukları yerden ayrılıyordu. Bu bölümler misafir odaları olmalıydı. Olav ise merdivenlere oturmuş pis bir bezle elindeki bardağın tozunu almakla meşguldü. Fakat içeri giren yabancıyı görünce bardağı bıraktı ve bezi şarap fıçılarının üzerine savurarak ayağa kalktı.

     “Eee, ne istiyorsun bakalım?”
     Olav beklenti içindeki bakışlarını Elrin’e yönetti. Parlak mavi gözleri, çirkin yüzü ve kötü tıraşlanmış uzun kahverengi saçlarıyla oldukça büyük bir tezat oluşturuyordu. Geniş yağlı burnuysa Elrin’in midesini kaldırmaya yetmişti. Olav’ın tarifi mümkün olmayan çirkinliği, pis yeşil gömleği, pantolonu ve eskimiş ayakkabılarıyla tamamlanıyordu.

     “Birkaç gün Bruma’da konaklayacağım, kalacak bir yere ihtiyacım var” dedi Elrin. Yeni bir müşterisi olduğunu anlayan Olav’ın yüzüne sararmış dişlerini ortaya çıkartan bir gülümseme yayıldı.

     “Günlük beş altın. Merdivenleri çıkınca ilk kapı. Parayı peşin alırım.” dedi Olav avucunu açarak.

     Elrin cebinden altın kesesini çıkarttı ve altınları Olav’ın avucuna bıraktı.

     “Al bakalım, on altın.”

     Bunun üzerine Olav bir anahtar çıkarttı ve Elrin’e uzattı. Elrin anahtarı alıp, eşyalarını bırakmak için odasına doğru yöneldi.

     Oda, tahmin ettiğinden farklı bir şekilde oldukça temiz görünüyordu. Odayı ufak bir yağ lambası aydınlatıyordu. Lambanın haricindeyse odada eski püskü bir yatak ve giysilerini koyması için bir dolap vardı. Elrin günlük giyeceği birkaç giysiyi dolaba dizdi. Zırhı ve yanında getirdiği zehir şişesini daha ehemmiyetli olması açısından yatağın altına sakladı ve araştırmasına başlamak için odadan ayrıldı.

     Araştırmanın ilk kısmına Olav’dan başlayacaktı. Biraz altın verirse hancının ona istediği bilgileri sunacağından adı gibi emindi. Masada oturan dört ayyaşa katılmış olan Olav’a seslendi.

     “Hancı! Odamla ilgili bir sorun var, buraya gel!”

     Olav, başını arkaya doğru atarak ofladı. Sonra pek de aceleci davranmayarak masadan kalktı ve arkadaşlarından özür dileyerek Elrin’in yanına geldi.

     “Ne vardı?” diye sordu kabaca. Elrin başıyla odaya girmesini işaret etti. Olav kaşlarını çatıp bir süre öylece kaldı. Sonra omuz silkti ve merdivenleri çıkarak Elrin’in odasına girdi. Elrin bir süre bekledikten sonra hancıyı takip ederek odasına girdi.

     Fikrini değiştirmişti. Olav ne olduğunu sorarcasına ona bakarken Elrin kapıya bir tekme savurdu ve aynı anda odada Woe’nin tiz sesi duyuldu.

     Hancı korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerle kendisinden en az on beş santim daha kısa boylu olan orman elfinin boğazına dayadığı gümüş bıçağa bakıyordu. Elf ise kafasını yukarı doğru kaldırmıştı ve donuk bir ifadeyle onu süzüyordu. Olav korkuyla inledi.

     “Bu bıçağı biliyorum.” Elrin gülümseyerek başını yana eğdi. Olav’ın çaresiz bakışları ona tuhaf bir keyif vermişti. Galiba bu işe alışmaya başlıyordu.

     “Eğer bu bıçağı biliyorsan, sahibinin de gözünü bile kırpmadan odayı senin kanınla boyayabileceğini biliyorsundur.” dedi buz gibi bir sesle. “Bilgi istiyorum. Baenlin kim? Nerede yaşıyor?”

     Olav bir süre sessi kaldıktan sonra otomatik bir şekilde cevapladı.

     “Kontesin himayesinde ki soylulardan biridir. Bu handan çıkınca sağ taraftan ikinci evde yaşıyor.”

     “O halde koruması filan da vardır?” diye sordu Elrin. Olav başını onaylarcasına salladı.

     “Gromm, onu gördün. Baenlin şatoda olduğundan o da biraz sohbet için buraya geldi. Aşağıda masada oturuyor. Ama birazdan gider, Baenlin gelmek üzeredir.”

     Elrin bıçağını hancının boğazından çekti ve onun rahat bir nefes almasını sağladı. Ardından kapıyı açarak Olav’a çıkışı gösterdi. Onun asla konuşmayacağını biliyordu. Nerden bildiğini çözememiş olsa da bıçaklardan haberi vardı ve Karanlık Kardeşlik’e bulaşacak kadar da aptal birine benzemiyordu.

     Merdivenlerden indiğinde Gromm’un gitmiş olduğunu fark etti. Baenlin dönmüş olmalıydı. Hemen handan dışarı çıktı. Evi incelemenin vakti gelmişti.

     Elrin soğuktan korunarak Olav’ın ona tarif ettiği yolu izleyip hedefinin –şimdilik- yaşadığı evin önüne vardı. Güzel ama gösterişsiz olan ev diğer yapılar gibi ahşaptandı. Perdeler çekili olduğu için, iki katlı evin içini görmesi imkânsızdı. Ama alt katın ışıkları açık olduğundan ev sakinlerinin uyanık olduğunu ve salonda oturmakta olduklarını tahmin ediyordu. Şu anda hamle yapamazdı. Etrafını kolaçan etti ve evin arka tarafına geçti.

     Evin arka bölümünde tam da Elrin’in aradığı şey vardı. Bodrum girişi! Buradan gece vakti rahatlıkla evin içine sızabilirdi. Bodrum kapısı pek sağlam görünmüyordu ama kilidi açmadan yine içeri girmesi olanaksızdı. Elrin eğildi ve kilidi inceledi. Açması pek uzun sürmezdi. Yarın gece buradan girecekti. Geri dönme vakti gelmişti.

     Hana girdiğinde gözleri Olav’ı taradı. Anlaşılan hanın sahibi hala birkaç saat önce yaşadığı şokun etkisindeydi. Bir köşeye geçmiş boş boş bakınıyordu. Elrin’i gördüğündeyse yüzü korkudan bembeyaz kesildi. Elrin ona gülümsedi.

     “Şarap ve ekmek istiyorum. Odamdayım.” dedi ve odasının yolunu tuttu. 

***

     Elrin gözlerini tavana dikmiş bir şekilde düşünüyordu. Göz kapakları ağırlaşmış gibiydi ama bir türlü uykuya dalamamıştı. Yarın önemli bir gündü. Baenlin Karanlık Kadeşlik’e bulaşmanın cezasını çekecekti. Bu infazı gerçekleştirmek içinse Elrin seçilmişti. Herhangi bir plan yapmamıştı ama yarın eve girdiğinde zaten hedefinin durumuna göre hareket etmesi gerekecekti. Bu sebeple plan tasarlaması vakit kaybından öte değildi. Her ne şekilde olursa olsun Baenlin ölecekti ve bu kazayla olacaktı. Önemli olan tek şey buydu.

        Bağırışlar, çığlıklar… Elrin sıçrayarak uykusundan uyandı. Ne oluyordu? Alt katta sesler duyuyordu. Sonra tahta zemini sarsan ayak seslerini ve kapının açıldığını duydu. Doğruldu ve neler olduğu anlamak için odasından çıktı.

     Hanın girişindeki pencereden, meydanın normalden daha kalabalık olduğu fark etmişti. Elrin yükselmekte olan güneşi eliyle siper ederek dışarıya baktı. Keşmekeş yüzünden hiçbir şey göremediği için hanın kapısını açtı ve şehir meydanına çıktı.

     Meydanı dolduran kalabalık, şehir muhafızlarının eşlik ettiği dört kişiyi izliyordu. Gelenlerden ikisi ağır zırhlara bürünmüş şövalyelerdi. Elrin onların kim olduklarını gayet iyi biliyordu. İmparatorluk Şövalyeleri “Blades”. Bellerindeki uzun katanaların ve sol ellerinde taşıdıkları yuvarlak imparatorluk mührüne sahip kalkanların başka bir açıklaması olamazdı. Elrin, Blades’lerin acil durumlar dışında buraya çok yakın olduğunu bildiği tapınaklarının dışına çıkmadıklarını da biliyordu. Anlaşılan arkalarından gelen ikiliye refakat ediyorlardı. Şövalyeleri izleyen adamlardan biri rahipti. Mağrur ve saygı uyandıran bir ifadeyle yürüyordu. Yanındakiyse oldukça uzun boyluydu. Taktığı demir miğfer yüzünü gizliyordu. Sırtındaysa Elrin’nin yerinden bile oynatmaya gücünün yetmeyeceği kocaman bir Claymore taşıyordu. Neler olup bittiğini anlama umuduyla yanındakilerden birine döndü:

     “Kim bunlar, neden buradalar?” diye sordu. Yanındaki yaşlı Brumalı şaşkın bir ifadeyle Elrin’e baktı.

     “İmparator öldürülüyor, Kvatch düşman işgalinden kurtuluyor ve sen bunu bilmiyorsun. Mağarada mı yaşıyordun?”

     Elrin’nin bir anda nutku tutuldu. Yüzündeki kanın çekildiğini hissedebiliyordu. Kekeleyerek, “Tiber Septim öldü mü?” diye sordu.

     “Sadece o da değil. Şu gördüğün rahibin imparatorun gayrimeşru oğlu olduğu söyleniyor. Ne kadarı doğru bilemiyorum ama Blades’ler onu tapınağa götürüyorsa gerçeklik payı vardır değil mi?”

     “Kvatch?”

     “Rahibin yanındaki dev savaşçıya bak.” dedi adam gözlerini kısarak “Söylediklerine göre Kvatch’ı neredeyse tek başına kurtarmış. Nasıl yaptı bilmiyorum ama Blades’ler onu ‘Kvatch Kahramanı’ olarak çağırıyorlar.”

     Elrin daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu. Yolculuğu sırasında anlaşılan çok fazla şey olup bitmişti. İmparatorun ölmesi elbette kötü bir durumdu. Fakat olayın Elrin açısından da büyük bir eksisi vardı. Cyrodiil savaştaydı. Bruma tetikteydi. Yani hedefine ulaşması bir gün öncesine göre on misli daha zordu.

Exit mobile version