Sizinkiler

Kayıp Yıllar: Bölüm-1

Ateş kırmızısı spor arabadan inen uzun boylu kumral genç, güneş gözlüğünü
siyah eşofmanının cebine atıp hızlı adımlarla apartmanın girişine yürüdü.
Asansörün 13. katta olduğunu görünce merdivenlere yönelip basamakları ikişer
üçer çıkmaya başladı.
“Beş, altı, yedi…”
Sekizinci katta durup derin bir nefes aldı. Sağ taraftaki kapıyı çaldı. Bir iki
saniye sonra içeriden ayak sesleri geldi, bir an kapının arkasında sessizlik
oldu. Ardından kapı açıldı ve kapıyı açan kişi umursamaz adımlarla salona,
bilgisayarının başına döndü.
Ayakkabılarını çıkarıp içeri geçen kumral genç; yüzünde önemli kararlar almak
üzere olan bir adamın ifadesi ile hızla salona geçti. Bilgisayar başında oturmuş
kahvesini yudumlayan, uzun boylu, kısa kırmızı şortlu, uykusuz olduğu her
halinden belli olan esmer gence, heyecanını gizleyemeyen bir sesle:
“Ekrem, harika haberlerim var!” dedi.
Gözlüklerinin üstünden, kapıda elinde bir gazeteyle soluk soluğa dikilen
arkadaşına bakan Ekrem:
“Hayırdır ne oldu?” diye sordu pek önemsemeyerek.
Kumral genç, Serkan, cevap vermeden önce bir süre Ekrem’e baktı. Krem rengi
berjere kurulup bir sigara yaktı. Ekrem’in bu umursamaz tavrından vazgeçip
meraklanmasını istiyordu. Elindeki gazeteyi açıp bir ilanı yüksek sesle okudu:
“Acilen satılık, İstanbul Dağdelen’de Hacıoğlu Caddesinde üç katlı bina, zemini
dükkân.”
Ekrem ansızın yerinden fırlayıp gazeteyi kaptı. Serkan’ın okuduğu ilanı bulup
bir de kendisi okudu. Sonra bir daha okudu. Serkan’a şaşkınlıktan ve mutluluktan
kocaman açılmış gözlerle bakarak:
“Ulan şansın böylesi de olamaz be!” diye haykırdı.
“Bu ne biliyorsun değil mi Eko?”
“Serkan oğlum bu bizim dönüş biletimiz yahu!”
Bir süre hiçbir şey konuşmadan İzmir’in harika siluetini seyrettiler. Bu, daha
çok bir vedalaşma gibiydi.
Serkan ve Ekrem dört yıldır İzmir’deydi. Çocukluklarının geçtiği İstanbul’un
Dağdelen semtinden liseyi bitirince ayrılmak zorunda kalan iki arkadaş, üç
senelik bir yurtdışı seyahatinden sonra askerliklerini yapıp Ege Üniversitesi’ni
kazanınca, İzmir’de bir daire tutup burada yaşamaya başlamışlardı. İkisi de
sürekli İstanbul’a dönecekleri günün hayalini kuruyorlardı. Bu nedenle İzmir’de
çok fazla arkadaş edinmemiş, ama yaptıkları ‘özel hizmetler’ sayesinde güçlü
bağlantılara sahip olmuşlardı.
İzmir’de bütün önemli iş adamları tarafından ‘bir şekilde’ tanınıyorlardı. Yine
bu ‘özel hizmetler’ sayesinde lüks otomobilleri, daireleri, teknolojinin cömert
davrandığı bilgisayar ve iletişim sistemleri vardı. 26 yaşında çoğu kişinin
sahip olamayacağı bir servete sahiptiler. Fakat onların hayalinde, çocukken
mahalle arkadaşlarıyla açmak için birbirlerine söz verdikleri kafe&restoran
vardı. Serkan ve Ekrem, yaklaşık dokuz yıldır görmedikleri eski okul arkadaşları
Koray, Burak, Burcu ve Ebru’yu görmek için sabırsızlanıyordu.

“Ne kadara satıyorlar binayı?”
“Yedi yüz bin dolar istedi. Nakit vereceğimi söyleyip diretince beş yüz bine
kadar düştü.”
“Bizde ne kadar var?”
“Altı yüz kadar.”
Ekrem de bir sigara yaktı. Serkan, Ekrem’in ne düşündüğünü az çok tahmin
edebiliyordu:
“Bütün işlemleri masrafları falan o karşılayacak. Binayı senin adına satın
alıyorum. Ne de olsa senin daha temiz bir hayatın var.”
Ekrem bir an sevinçten ne diyeceğini bilemedi. Serkan’ın ona bu kadar güvenmesi
onu çok sevindirmişti. Dört yıllık birikimlerini Ekrem’e emanet ediyordu bu
kararla Serkan.“Peki, ne zaman gidiyoruz?”
Serkan:
“Hemen bugün gidelim anasını satayım. Yarın orada oluruz.” diye yanıtladı.
Ekrem, Serkan’ın bu konudaki heyecanını anlıyordu, fakat henüz yarım kalmış
işleri vardı İzmir’de. Öncelikle daha diplomalarını almamışlardı, diploma
törenine daha üç hafta vardı. Ama ondan önemlisi bahsi geçen beş yüz bin doları
toplamaları birkaç gün sürebilirdi. Ekrem bunu düşünerek sordu:
“Seko, sevincini bölmek istemem ama beş yüz bin doları toplamamız biraz zaman
alabilir.”
Serkan gizemli bir tebessümle Ekrem’e baktı:
“Sen hiç merak etme, ben hepsini hallettim.”
Ekrem, hiçbir şey bilmediğini fark etti aniden. Serkan’ın elindeki gazeteyi alıp
bir daha inceledi:
“Oğlum bu beş günlük gazete!” dedi her şeyi daha iyi anlayarak.
Serkan beş gündür kendisinden gizli eve dönüş planları yapıyordu. Binayı satan
adamla görüşüp anlaşmaya varmış, bütün birikimlerini Tuzsuz’dan çekmişti.
Tuzsuz, İzmir’in önemli yeraltı hizmetkârlarındandı. Gözlerden uzak durması
gereken para ve kritik önem taşıyan eşyaları para karşılığı saklardı. Serkan da
birikimini sorgu sualden korumak için Tuzsuz’a emanet ediyordu.
“Anlaşılan sen her şeyi ayarlamışsın, her zamanki gibi…”
Serkan pis pis sırıtıyordu:
“Sen sadece neleri alıp neleri bırakmak istediğini söyle.”
Ekrem bir an düşündü. Oturdukları daire hediyeydi, bindikleri otomobiller
hediyeydi, bilgisayarları hediyeydi. Bunları satmak hediye sahiplerine karşı
saygısızlık olurdu. Bütün eşyaları bir kamyonla taşıtıp daireyi sahibine nazikçe
iade etmek en doğrusu olacaktı.
“Bence yükte hafif, pahada ağır olan her şeyi alalım, daireyi de Ragıp Kesmen’e
uygun bir dille iade edelim. Cipe en önemli eşyaları koyarız, bilgisayarı ve
‘ekipmanları’. Ben ciple giderim. Sen de Peugeot’a atlar gelirsin. Geri kalanını
da tanıdık bir nakliyat şirketi arkamızdan gönderir.”
“Mesela kim?”
“Mesela Cüneyt Haklı.”
Cüneyt Haklı, büyük bir nakliyat şirketinin patronuydu. İki yıl kadar önce bir
ihaleden çekilmesi istenmiş, çekilmeyince de rakipleri tarafından küçük kızı
kaçırılmıştı. Bunun üzerine devreye giren Serkan ve Ekrem, küçük Aleyna’yı
kaçırıldığı depodan kolaylıkla kurtarmıştı.
“Evet, Cüneyt Haklı.”
Kısa bir süre gülüştüler. Ekrem bilgisayarın başından kalkıp banyoya girdi. Duş
alıp bir haftadır kesmediği sakallarını tıraş etti. Ardından odasına geçip en
sevdiği beyaz gömleğini ve krem rengi keten pantolonunu giydi. Serkan da bu
sırada duşa girip yıkandı. Elbise dolabında sıra sıra beş çift bulunan siyah
polyester eşofmanlarından, geniş omuzlarını ve belirgin kaslarını ortaya çıkaran
askılı dar beyaz tişörtlerinden giydi.
Ekrem klasik giyinmeyi ne kadar seviyorsa, Serkan da eşofman ve kolsuz tişörtle
gezmeyi o kadar seviyordu. Bu nedenle birlikte gezerlerken tuhaf bir manzara
ortaya çıkıyordu. Ekrem, asaleti ve gücü iki yakasında taşırken; Serkan da
asiliğin ve özgürlüğün simgesi gibiydi.
Tekrar salonda buluşup, Ekrem’in önceki akşam yaptığı zeytinyağlı fasulye ve
pilavla karınlarını doyurdular.
“Ben her şeyi hazırladım Eko. Sen sadece sevdiğin eşyaları topla, orada
işleteceğimiz kafeyi düşün.”Ekrem’in aklına bambaşka bir soru takılmıştı:
“Seko, şimdi biz oraya gideceğiz ya…”
“Evet?”
“İzmir’den ayrılacağız ya…”
“Evet?”
“Hacı biz orada ne yapacağız gerçekten?”
Serkan soruyu tam anlamamıştı:
“Kafe işleteceğiz işte.”
“Tamam, onu biliyorum da…”
Serkan, Ekrem’in ağzında ne gevelediğini çözmeye çalışıyordu:
“Oğlum sen ne demek istiyorsun?”
“Oğlum sen kıdemli bir macera adamısın, ee az buçuk ben de, bu kadar olaydan
sonra bütün gün yazıhanede oturup, müşterilerle ilgilenmeyi senin gözün yiyor mu
onu merak ediyorum ben.”
Serkan da bir an düşündü. Yurt dışında olsun, askerde olsun, İzmir’de olsun,
başlarını sokmadıkları bela, girmedikleri cehennem, çekmedikleri acı,
kurtarmadıkları masum kalmamıştı. Şimdi bütün bunları bir kenara bırakmak,
Serkan’ın da içini burmuştu birden. Maceranın ve heyecanın karşı konulmaz
zevkini, eski dostların muhabbetine değişebilecekler miydi acaba?
“En azından deneyeceğiz hacı. Olmadı orada da kurcalayacak birkaç akrep yuvası
buluruz.” dedi gülerek.

Kırmızı spor araba ve arkasındaki lüks cip; üç katlı, krem rengi, genişçe bir
binanın önünde durduğunda hava kararmak üzereydi. Serkan ve Ekrem önemli ve
gizli kalması gereken eşyalarını cipe yükleyip, sabaha karşı İzmir’den çıkmış,
sıkıntısız bir yolculuğun ardından İstanbul’a ertesi akşam kazasız belasız
varmışlardı.
Binanın orta yaşlı, orta boylu, hafif göbekli, seyrek saçlı sahibi Serkanları
kapıda karşıladı.
“Hoş geldiniz.”
Yüzündeki biçimsiz gülümseme, bu hürmetin Serkan’a ve Ekrem’e değil 500.000
Amerikan dolarına olduğunu fazlasıyla belli etmekteydi. Yine de Serkan
gülümseyerek indi üstü açık spor arabasından:
“Hoş bulduk Zihni Efendi. Nasılsın?”
“Hamd olsun iyiyim. Sizler nasılsınız?”
Ekrem araçtan inmemişti. O, işlemler bitene kadar araçta eşyaları bekleyecekti.
Birkaç metre uzaktaki Zihni’ye hafifçe kafasını eğerek selam verdi. Serkan:
“Biz de iyiyiz çok şükür.”
Zihni hemen Serkan’ın koluna girip binanın giriş kapısına doğru yürümeye
başladı:
“Gel sana binayı gezdireyim genç adam…”
Serkan orta yaşlı göbekli bina sahibiyle içeri girince, Ekrem hayran gözlerle
eski mahallesini süzmeye başladı. O zamanlar bir dünya kadar geniş gelen
Hacıoğlu Meydanı, şimdi ne kadar da küçülmüştü gözünde. Meydanda çamur içinde
top oynayan altı yedi yaşındaki çocukları görünce çocuklukları aklına geldi. O
meydanda Serkan ve diğerleriyle az mı top oynamış, az mı düşüp dizlerini
kanatmıştı? Neşeli Restoran ve Muammer Bakkal hariç görünürde eski esnaftan eser
yoktu. Eskiden kasap, manav, börekçi olan dükkânlar şimdi internet kafe,
bilardo, bilgisayarcı olmuştu. Cadde de asfaltlanmış, kaldırımları düzene
kavuşmuştu.
Ekrem bunları düşünürken arka taraftan gelen gürültülerle irkildi. Dikiz
aynasından baktığında, siyah takım elbiseli üç tane iri yarı adamın yaşlı bir
adamı sıkıştırdığını gördü. Bir süre onları izledi; ancak beyaz saçlı yaşlı
adam, siyah takım elbiselilerden yediği tokatla yere kapaklanınca kendini
tutamayıp araçtan indi. Hızlı adımlarla olay yerine ilerledi. Bu sırada olan
biteni anlamaya çalışıyordu. Yaşlı adamı yerden kaldırmaya çalışan genç, güzel
bir kız; ruhsuz bakışlarla kendisine bakan siyahlı karanlık adamlara nefretle
bağırıyordu:
“Ulan Allah’tan korkun be! Yazıklar olsun!”
Bu mafya kılıklı adamların elebaşı olduğu her halinden belli olan, kirli
sakallı, iri cüsseli, esmer adam, genç kıza vurmak için kaldırdığı elinin birden
engellendiğini hissetti.“Ne oluyor lan!” diye öfkeyle bağırıp arkasını döndüğünde elini tutan,
kendisiyle aynı boyda fakat nazaran daha ince olan Ekrem’i gördü.
“Kimsin lan sen?” diye bağırdı.
Ekrem oldukça sakin bir sesle cevap verdi:
“Kim olduğumu geç de, niye vuruyorsun yaşlı adamcağıza?”
O bunu söylerken diğer iki kişi de reislerinin yanında yerlerini almıştı.
Elebaşılarının da konuşup anlaşmaya hiç niyeti yoktu:
“Sana ne ulan!” diye bağırıp elini bu sefer Ekrem’e vurmak için kaldırdı.
Fakat beklemediği sert bir yumruk karnına inince, bir an nefessiz kalıp iki
büklüm oldu. Çenesine yediği ikinci yumruk da iri yarı adamı yere yıkmaya
yetmişti. Arkasındaki iki kişi aynı anda Ekrem’in üstüne çullandı. Ekrem zarif
bir hareketle bir adım geriye çekilip bu hareketleri boşa çıkardı. Ardından seri
bir hareketle sağdakini yakalayıp kaldırarak omzunun üstünden yere savurdu. Baş
başa kaldığı son adam bir an tereddüt edip Ekrem’le göz göze geldi. Bu birkaç
saniye Ekrem’in siyahlı adamın karnına sert bir tekme atmasına yetmişti. Acı
içinde yere kapaklanan adam, inleyerek olduğu yerde kaldı.
Bu sırada reisleri tekrar ayağa kalkıp cebinden bir bıçak çıkardı. Ekrem hemen
bacaklarını gerip karnını sıktı. Bu haliyle en ufak bir harekete tepki vermeyi
bekleyen bir kaplan gibiydi. Ve beklediği hareket geldi; adam, elindeki bıçağı
Ekrem’in suratına doğru savurdu. Ekrem hemen geri eğilip bıçağı boşta bıraktı ve
adamın kolunu yakalayıp omzunun üstüne aldı. Sert bir hareketle aşağı çektiği
koldan bir çıtırdama sesi geldi. Dev gibi adam acı dolu bir nara attı. Ekrem
kolunu bıraktığı adamı var gücüyle itti. Arkasında yerde yatanlardan birine
takılan adam hızla yere düştü.

Artık pes eden adamlar tehdit ve küfürlerle olay yerinden uzaklaşırken, Ekrem’in
gözlerindeki keskin bakışlar, kenardan olayı izleyen genç kıza ve yaşlı adama
döndü.
“Siz iyi misiniz amca?”
Adam hayran gözlerle Ekrem’e bakıyordu:
“Sağ olasın evladım. Çok sağ ol”
Ekrem’in yüz ifadesi değişmiş, sevecen ve utangaç bir gülümsemeye dönmüştü. Aynı
hayran gözlerle kendisine bakan sarı saçlı, kocaman mavi gözlü güzel kızı yeni
fark ediyordu. Önce kısık gözlerle baktı bu güzel kıza. Ardından şaşkınlıktan
kocaman açtı gözlerini:
“Burcu?”
Kız da şaşırmıştı.
“Evet, benim, siz?” dedi soran gözlerle.
“Beni tanımadın mı?” diye sordu Ekrem yüzünde mutlu bir gülümsemeyle.
Bu gülümsemeyi yıllarca unutmayan kız, bir anda şok olmuştu:
“Ekrem… Sen misin?”
Ekrem kollarını iki yana açtı. Burcu, özlem ve kavuşmanın mutluluğuyla sarıldı
Ekrem’e. Az önceki sert görüntüsü kaybolmuş; sevimli ve tatlı bir kıza
dönüşmüştü bir anda. Mavi gözlerinden iki damla yaş düştü Ekrem’in omzuna. Ekrem
bunu hissedince çok derinden gelen bir sesle:
“Seni çok, ama çok özledim.” dedi.
Burcu cevap veremedi. Sadece yutkunmakla yetindi. Bu sırada arkasında duyduğu
öksürük sesiyle irkildi Ekrem.
“Öhö öhö!”
Dönüp baktığında pis pis sırıtan Serkan’ı gördü. Burcu Ekrem’i hoş
gülümsemesinden tanıdığı gibi Serkan’ı da bu ukala ve gamsız sırıtmasından
tanımıştı.“Vay Serkan, sen de mi döndün?”
Serkan gülerek yanıtladı:
“Ne dönmesi, hala erkeğim Allah’a şükür.”
Burcu gülerek sarıldı Serkan’a:
“Hiç değişmemişsin be kanka!”
Serkan Ekrem’e soran gözlerle bakıyordu:
“Hayırdır hacı, hemen eğlence bulmuşsun kendine?”
Burcu, kahveden bir yudum alıp anlatmaya başladı:
“Siz gittikten sonra burası çok değişti. Sıddık’ı hatırlıyorsunuz değil mi? Hani
Serkan, mezuniyet balosunda perişan etmiştin.”
“Dayı Sıdo mu?”
“Evet… Siz gidince meydan ona kaldı. Zaten babasının mafyayla ilgisi olduğu
söyleniyordu, bunu kullanıp esnafı haraca bağlamaya, vermeyenleri de canından
bezdirmeye başladı. Polisinden belediyesine herkesi satın aldı resmen.
Biliyorsun buraların en zengin ailesi onlardı. Caddenin aşağısında büyük bir
bilardo salonu açtı, bütün pis işlerini orada yürütüyor…”
Burcu bir an eski güzel günleri hatırlayıp hüzünlendi.
“Siz varken her şey çok güzeldi. Siz gittiniz… Ebru gitti…”
Serkan birden lafa girdi:
“Ebru gitti mi?” diye beynine kan sıçramış gibi sordu.
Burcu, Serkan’ın bu dehşetini anlıyordu. Ne de olsa Serkan ‘mecburiyetten’
gitmeden önce Ebru ile büyük bir aşk yaşamışlardı.
“Evet, gitti. Depremde ailesini kaybetti. Bu arada söylemeyi unuttum, zaten fark
etmişsinizdir, depremde caddedeki birkaç bina yıkıldı. Yerlerine Sıddık binalar
diktirdi. Ebru da enkaz altından çıkarıldı.”

Serkan hüzün ve dehşet dolu gözlerle bakıyordu Burcu’ya. Burcu sadece:
“Üzgünüm Serkan…” diyerek anlatmaya devam etti, “Ebru’ya burs çıktı
yurtdışında, orada okumaya gitti. Ben, Koray ve Burak bizim gruptan son
kalanlardık. Burak da evlenip iki sokak aşağıya taşındı.”
“Vay çapkın, evlendi demek!”
“Evet, evlendi. Koray ise…”
Burcu bir an durup düşündü. Yüzündeki acı dolu ifadeden kötü bir şeyler olduğu
belli oluyordu. Ekrem:
“Ne oldu Koray’a?” diye üsteledi.
Merakla Burcu’nun dudaklarından dökülecek kelimeleri bekliyorlardı.
“Öldü…”
“Öldü mü?” diye şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı Serkan.
“Daha doğrusu, öldürüldü.”
Serkan ve Ekrem’in şaşkınlıkları öfkeye dönmüş, kalkık kaşlar çatılmıştı:
“Ne demek öldürüldü?”
“Bir sabah kapısını çaldık, içeriden cevap gelmedi. Ertesi sabah yine gittik,
yine ses yoktu. Ev sahibinden yedek anahtarı istedik, içip sızdığını sanıyorduk,
son zamanlarında kumara ve içkiye takılır olmuştu. Elini yüzünü yıkayıp kendine
getiririz diye düşünüyorduk. Kapıyı açtığımızda dehşet verici bir görüntüyle
karşılaştık. Yüzü gözü dağılmıştı. Birileri Koray’ı öldürene kadar dövmüştü.”
Serkan ve Ekrem, gizemli bakışlarını birbirlerine çevirdi. Burcu da ne
düşündüklerini anlamaya çalışıyordu. Sonunda Ekrem:
“Peki, suçlular yakalandı mı?”
“Hayır. En çok canımızı acıtan da buydu, ne polis, ne adli tıp hiçbir kanıt
bulamadı.”
Serkan kahvesinden bir yudum alıp Ekrem’e baktı:
“Tamam, işte hacı, bak bir macerayı bıraksak o bizi bırakmıyor. Burada da
oyalanacak bir şeyler bulmamız zor olmayacak görünüşe bakılırsa…”

Birinci Bölümün Sonu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu