Kayıp Yıllar: Bölüm-2
Önündeki kahve bardağını kaldırıp kahveyi yudumlayan Burcu, mavi gözlerini
Ekrem’e dikmişti. Onun da aklı epey karışıktı aslında.
Ekrem ne kadar da değişmişti! Dokuz yıl önce uçarı ve çılgın bir hayat süren
adam, şimdi takım elbiseyle geziyor, mafya dövüyor ve buna rağmen insanı sinir
edecek kadar sakin görünüyordu. Görünüşü de oldukça değişmişti, Burcu’nun hep
eksiklik olarak gördüğü kiloları almış olmalıydı Ekrem. Atletik bir yapısı vardı
şimdi, eski cılız Ekrem gitmişti. Onu bu kadar değiştiren olayları dinlemeyi çok
istiyordu. Bir süre daha ‘yeni’ Ekrem’i süzdükten sonra meraklı ve heyecanlı bir
sesle sordu:
“Anlat bakalım, siz neler yaptınız bunca zaman?”
Ekrem, bir eşyaları taşımaya giden Serkan’a, bir Burcu’ya baktı. Bu soruya ne
cevap vereceğini, daha doğrusu ne cevap vermesi gerektiğini bilmiyordu. Eskiden
huzur bulmak, kafa dağıtmak için geldiği Babür Kafe, şimdi üstüne üstüne
geliyordu sanki.
Söze nereden başlamalıydı? Dağdelen’de en güzel geçen yaz günlerinden birinde
çok sevdikleri mahallelerinden ayrılmalarından mı? Yıllar boyu sevdiklerinden
ayrı kalmanın boğazlarında yaptığı acımsı kuruluktan mı?
Hayır, şimdi bunları konuşmak olmazdı. Olan olmuş ve geçmişte kalmıştı. Artık
mahallelerine dönmüşlerdi, eskiden neşeli ve masum günler yaşadıkları
mahallelerine.
“Liseyi bitirince Serkan’la birlikte yurt dışına çıktık. Üç sene boyunca Amerika
senin, Avrupa benim, Uzakdoğu onun, gezdik durduk. Gerekli gereksiz tonla şey
öğrendik; bilgisayar, internet, İngilizce, Fransızca, anatomi, psikoloji, self
defans…”
“Self defans ne ki?” diye lafa girdi Burcu.
Ekrem gülümsedi hafiften:
“Kendini savunma teknikleri, yakın dövüş yani; aikido, karate, tekvando falan.”
Burcu hayran gözlerle baktı Ekrem’e:
“Bu vücudu nereden yaptığın belli oluyor… Neyse, tüm bunları nasıl öğrendiniz
yahu?”
Ekrem gülerek cevapladı:
“Çok paran olduğunda millet öğretmek için kuyruğa giriyor.”
Ekrem gülümsüyordu; yıllarca özlemini çektiği kız, şimdi karşısında oturmuş
kendisini dinliyordu can kulağıyla. Her şeyi boş verip o anın tadını çıkardı bir
süre.
Gülümseyerek birbirlerine bakıyorlardı kare masanın iki ucunda. O an evrende
onlardan başka kimse yoktu sanki, koca boşlukta yapayalnızdılar. Burcu’nun mavi
gözlerindeki derin bakışlar, ne aradığını bilmeksizin Ekrem’in yüzünde
dolanıyordu. Belki geçmişe ait bir iz, belki unutamayanlara has o acılı
tebessüm, belki de hüznünün duvarlarındaki boyası dökük karanlık köşeyi
dolduracak bir parça umut…
Ekrem de Burcu’dan pek farklı sayılmazdı. Sevecen bakışlarını, denizin
maviliğini taşıyan iki su damlasına dikmiş, mutluluğu ve kendi hayatının
anlamını bu damlalarda arıyordu. Ne yaşamışlarsa, ne kadar yaşamışlarsa hepsi
geride kalmıştı. Geleceğinin burada olduğunu çok güçlü bir şekilde hissediyordu.
İçindeki mutluluk ve kavuşmanın sevinci, vücudunu dolaşıp gözlerine yansıyor, bu
parıltı da karşısındaki dünyalar güzeli kızın deniz mavisi gözlerine
aksediyordu.
“Peki, şimdi ne yapacaksınız?”
Sessizliği bölen kelimeler, Burcu’nun dudaklarından dökülmüştü. Ekrem bir iki
saniye sonra toparlanıp cevap verdi:
“Aslında burada bir kafe açmak istiyoruz. Biliyorsun bu bizim Serkan’la çocukluk
hayalimizdi.”
Burcu bunu iyi hatırlıyordu; Ekrem, Serkan, Burcu, Ebru, Koray ve Burak hep
birlikte küçük, şirin bir yer işletmeyi hayal etmişlerdi hep. Ama bu nasıl
olacaktı? Bir dükkân açmak kolay iş değildi. Onca para gerekiyordu. Sahi onlar
bu binayı alacak parayı nereden bulmuştu? Dişiliğin verdiği doğal soru türetme
yeteneği, Burcu’yu birden dayanılmaz bir meraka sürüklemişti.
“Ya sahi siz bina alacak parayı nereden kazandınız?”
İşte işin zor kısmı başlamıştı Ekrem için. Karışık ve sevimsiz bir konuyu nasıl
basit ve kabul edilebilir şekilde sunabilirdi?
“Askerlik bitince üniversite sınavına girdik. İkimiz de Ege Üniversitesi’ni
kazanıp İzmir’e taşındık. Yurtdışında gezerken bütün servetimizi tüketmiştik.
İlk olarak birkaç yerden burs aldık, ikimiz de yetim olduğumuz için burs bulmak
kolay oldu. Küçük bir daireye tuttuk. Bir gün Serkan’ın bölümünde okuyan bir
arkadaşının kaçırıldığını öğrendik. Kız, Serkan’ın iyi arkadaşlarındandı.”
Hikâye Burcu için oldukça çekici hale gelmişti.
“Ülke ülke gezerken öğrendiklerimizi pratiğe geçirmenin zamanı gelmişti. Kızın
ailesiyle bağlantı kurup olayın aslını astarını öğrendik. Aile büyük bir
holdingin başındaydı ve bir inşaat ihalesinden vazgeçmeleri için kaçırılmıştı
kız. Yardım etmek istediğimizi söylediğimizde pek itibar etmeseler de
istediğimiz bilgileri verdiler. Bir iki günlük bir araştırma sonrasında kızın
yerini saptadık. Pek zor olmayan bir operasyonla kızı kurtarıp ailesine iade
ettik. Aile bize büyük bir para ödülü verdi.
Ve sonrası çorap söküğü gibi geldi… İş adamının tanıdıkları, sonra onların
tanıdıkları derken bir de baktık ki İzmir’de kaçırılanı kurtarmak bizim işimiz
olmuş.”
“Vay be!” diye heyecanla söze girdi Burcu, “oldukça hareketli bir hayatınız
varmış.”
Ekrem gizemli bir gülümsemeyle iç geçirdi:
“Tahmin bile edemezsin…”
“Belki burada bize de yardım edersiniz?”
Burcu umut dolu gözlerle bakıyordu. Ekrem düşünceli bir sesle cevapladı:
“Bakacağız…”Ceviz rengi ofis masasının arkasında oturan, uzun boylu, kirli sakallı,
buğday tenli esmer adam, sinirden kıpkırmızı olmuş; karşısında dikilen siyah
takım elbiseli, perişan durumdaki tayfasına bakıyordu. Gözlerinde mağlubiyetin,
mağlubiyeti hazmedemeyenlere verdiği eziklik ve sıkıntı görülüyordu. Kafasının
içinde ise bin türlü düşünce vardı.
Çocukluğunda pek sevmediği kişiler, yıllar sonra bir şekilde ortaya çıkmış,
kendisine problem çıkarıyordu. Ama artık koz onun elindeydi, o buraların
gediklisiydi. Herkes onu tanıyor, ona saygı duyuyor ve ondan korkuyordu.
Buyruğunda onlarca adamı vardı. Arkasında ‘büyüklerinin’ desteği vardı.
Başladığı işi bitirmesine çok az kalmıştı. Bu noktadan sonra her şey mubahtı.
Üstten üç düğmesi açık olan bordo gömleğinin yakalarını çekiştirip boynunu ileri
geri oynattı. Karşısında duranlardan ayrı, odanın diğer ucundaki sağlam adamına
sordu:
“Emin misin Ferhat, gördüklerin Serkan ve Ekrem miydi?”
Ferhat:
“Evet Sıddık Ağabey, adamlarını döven Ekrem’di, sonra yanına Keskin geldi. İkisi
de çok değişmişti, uzun boylu ve yapılıydılar.”
Sıddık, nam-ı diğer Dayı Sıdo, açık bağrını kaşıyıp düşündü bir süre. Ardından
adamlarına dönüp bağırdı:
“Yarın meydanda yakalayıp ikisini de ibret-i âlem için derdest edeceksiniz. Dayı
Sıdo kimmiş hatırlasınlar. Yanına üç beş adam daha al Ferhat, bir daha böyle bir
rezillik olursa hepinizi toz eder satarım. Anladınız mı lan!”
Sözü, içeride bulunan herkeseydi. Hem kolu sargıda olan yarmayı ve ayaktakımını,
hem de sağ kolu Ferhat’ı uyarıyordu. Dayak yiyen adamlar, utançtan yerin dibine
geçmiş vaziyette boyunları eğik cevapladılar:
“Anlaşıldı ağabey.”
Sıddık kapıyı göstererek yerine oturdu:
“Çıkın şimdi!”
Siyahlı adamlar ekmek kuyruğuna girmiş gibi tek sıra dışarı çıkarken Sıddık:
“Ferhat sen kal.” dedi, nazaran daha sakin bir sesle.
Diğerleri kapıyı çıkıp kapıyı kapattıktan sonra Sıddık:
“Bak Ferhat, bunlar tekin adamlar değildir. Bir büyüğümüz sohbet sırasında
İzmir’de bir icraata nasıl balta vurduklarını anlatmıştı. Bugün de anladığım
kadarıyla iyi iş çıkarmışlar. Ona göre yani, sağlam gidin. Seni severim
bilirsin, ama bu şoparlar gibi karşıma ağzın burnun yer değiştirmiş gelirsen bir
operasyon da ben yaparım bilmiş ol!”
Ferhat’ın çakmak çakmak gözlerinden çıkan kendinden emin bakışlar Sıddık’a
yönelmişti:
“Merak etme ağabey, yarın o Keskin’i ve Ekrem’i meydanın zemininden jiletle
kazıyacaklar!”
Son adamı da dışarı çıkınca Sıddık, pencereye dönüp Dağdelen’in siluetinde derin
düşüncelere daldı.
Ertesi sabah büyük nakliyat kamyonu gelmiş, eşyaları yeni dairelerine taşımaya
başlamışlardı. Mahallenin şaşkın ve meraklı bakışları altında kamyondan inenleri
içeri götüren Serkan, bir yandan da dedikodulara kulak kabartıyordu.
“Bunlar kim? Yeni mi gelmişler?”
“Yok ayol, eskiden burada oturuyorlarmış. Filiz Hanım’ın oğlu, diğeri de
evlatlığı.”
“Ne kadar da büyümüşler!”
“Ne yapacaklarmış koca binayı? Evliler mi acaba?”
Üstündeki askılı beyaz tişörtü sırılsıklam olan Serkan, alnında biriken ter
damlalarını elinin tersiyle silerken, kamyondan içeriye baktı. Daha eşyaların
yarısı duruyordu. Anlaşılan nakliyatı yapanlar kamyonun aldığı kadarını
yüklemişlerdi. Bir anlığına geçmişe, lisenin sonunda Dağdelen’den ayrıldığı güne
döndü Serkan. Öylesine sessiz sedasız ayrıldığı yere bu kadar gürültü patırtıyla
dönmek tuhafına gitmişti.
Kendi eşyalarının bulunduğunu tahmin ettiği büyükçe bir valizi sırtladığında,
merdivenlerden gülüşerek inen Ekrem ve Burcu’yu görüp:
“Ne kaynatıyorsunuz?” diye sordu gülerek.
Ekrem bir an susup cevap vermedi. Yeni evlerini taşımak için yardıma gelen
Burcu:
“Ekrem bana sizin İzmir’de yaptıklarınızı anlatıyor.” diye yanıtladı.
Serkan bunun üzerine, sadece onun anlayacağı manalı bakışlarını Ekrem’e çevirip:
“Çenesi düştü demek.” diyerek yoluna devam etti.
Önceki akşam yeni dairesini bir güzel temizlemişti. Önemli eşyalarla dolu olan
valizler, yatak odası olarak kullanmayı düşündüğü, giriş kapısına en uzak odada
duruyordu. Çuvalı yere bırakıp pencereden Dağdelen’e baktı. Bu güzel semtten
ayrılmasına neden olan olayları düşünüyordu.Çocukken varlıklı bir ailesi vardı Serkan’ın. O zamanlar Dağdelen’in en lüks
evlerinden birinde oturuyorlardı. Annesi Filiz Hanım, bir İstanbul
hanımefendisiydi. Babası Bekir Bey de yakışıklı bir iş adamıydı. Çok
seviyorlardı tek çocukları Serkan’ı. Çok küçük yaşlarda bile diğerlerinden
farklı bir çocuktu Serkan. Kendisine öğretilenleri ve değer yargılarını
sorgulamaya başladığında, dış çevreden bir kopukluk yaşamaya başlamıştı. Sırf bu
nedenle ailesi başka bir erkek çocuk evlat edinip Serkan’a bir arkadaş
kazandırmaya çalışmışlardı. Hemen kaynaşmıştı Serkan, yeni arkadaşı Ekrem’le.
Birlikte oynayıp birlikte eğlenmişlerdi. Birlikte, omuz omuza büyümüşlerdi.
Ekrem sayesinde sosyal hayat biraz daha kolay uyum sağlayan Serkan, yeni
arkadaşlar edinmişti. Koray, Burak, Burcu ve Ebru, ilkokul sıralarını paylaştığı
arkadaşlarıydı. Çok mutlu bir hayatı vardı Serkan’ın. Kendisini çok seven bir
ailesi, ekonomik olarak rahat bir yaşamı ve çok iyi arkadaşları. Derken bir gün
bu mutlu hayatın büyük bir parçası ellerinin arasından kayıp gitmişti.
Koraylarda kaldıkları bir gece Serkanların evine hırsız girmiş, kıymetli
eşyaları aldıktan sonra kendisini durdurmaya çalışan Bekir Beyi ve Filiz Hanımı
öldürüp evi yakmıştı. Gürültüye dışarı çıkan Serkan, ailesinin ve sıcak, mutlu
yuvasının yanışını izlemişti. Daha on iki yaşındaydı.
O günden sonra Serkan ve Ekrem’e mahalleli sahip çıkmıştı. Henüz büyük bir
serveti sahiplenecek kadar büyük olmadıklarından, mahallenin diğer bir zengini
olan, Ebru’nun babası Talat Beyin evine yerleşmişti ikili. Burada kaldıkları
zaman boyunca Serkan ve Ebru arasında güçlü bağlar oluşmuştu. Serkan, çözmesi
zevkli bir bulmaca gibi görünüyordu Burcu’ya. Çok farklı bir kişiliği olan
Serkan, kendisini tanıyan herkeste hayranlık uyandırıyordu. Yaşları on beşi
geçince, Serkan evden ayrılmalarının zamanının geldiğini düşünmeye başladı.
Büyüyüp olgunlaşıyorlardı artık. Genç bir kızla aynı evde yaşamak, ikilinin
edebine uygun düşmüyordu. Bu fikri ortaya attıklarında Talat Bey ve eşi Nevin
Hanım, durumu anlayıp Serkan ve Ekrem’in aynı evde, fakat alt katta oturmasını
kararlaştırdılar.
Lise yılları başlamıştı. Serkan’ın içinde hayata karşı büyük bir hırs vardı.
Sürekli öğrenmek ve gelişmek istiyordu. Ekrem’i de buna alıştırmıştı. Birlikte
ders çalışıp kitap okuyorlardı. Ayrıca Serkan bir alışveriş merkezinde stand
görevlisi olarak, Ekrem de bir kafede garson olarak çalışıyordu. Tüm bunlardan
vakit kalırsa da sahilde koşup spor yapıyorlardı.
Bu koşuşturma arasında Serkan, Ebru ile adını hiçbir zaman koyamadığı gizli bir
aşk yaşıyordu. Birbirlerine karşı özel hisler besledikleri belliydi ama ne
Serkan ne de Ebru bu konuda konuşmamıştı hiçbir zaman. Ebru arada sırada
Serkanlara kendi yaptığı kurabiyelerden getiriyor, o gelince Ekrem ikisini baş
başa bırakıyordu. Çok farklı ve çok ilginç bir ilişki vardı aralarında. Sanki
hiçbir bağları yokmuş gibi önemsemeden konuşuyor, ama birbirlerine çok değer
veriyorlardı.
Derken o talihsiz olay patlak vermişti.
Bir gece Serkan işten gelmiş, kahvesini yapıp Ekrem’i beklemek üzere balkona
çıkmıştı. Üst katta tıkırtılar duydu birden. Saatine baktı; saat, bu ayardaki
bir tıkırtı için yanlış zamanı gösteriyordu. Elindeki kahve bardağını balkondaki
masaya koyup kulak kesildi. Talat Beyin yatak odasındaki açık pencereden gelen
seslerden artık emindi. Dikkatle caddeye baktı, etrafta kimsecikler yoktu.
Birinci katta bulunan balkonun mermerine çıkıp oturdu. Ne olduğunu bilmiyordu,
içinde kötü bir his vardı. Bu kez birileri yanlış işler çeviriyorsa, elinden
kurtulamayacaklardı…
Kapıya dayalı duran kalın sopayı eline aldı, ayağındaki spor ayakkabıların
bağcıklarını sıkıca bağladı. Tam bu anda üst kattan sesler yükseldi. Yatak
odasının ışığının yanmasıyla merdivenlerde hızla inilen basamak seslerinin
duyulması bir oldu. Serkan, soğukkanlılıkla kendisini balkondan aşağıya bıraktı.
Önce dizlerinin, sonra omzunun üstüne inip ayağa kalktı. Sesler çıkış kapısına
doğru yaklaşıyordu. Serkan elindeki sopayı geriye atıp iyice gerildi. Kapı
açılınca dışarı çıkana geçirecekti. Belki de bu kişi, ailesini öldüren hırsızdı.
Nihayet kapı açıldı, Serkan elindeki sopayı var gücüyle savurdu. Sopa,
zannettiği kadar iri olmayan adamın tam göğüs kafesine çarpıp ikiye ayrıldı.
Adam geldiği hızla havalanıp sırt üstü yere düştü. Serkan, arkasından gelenlere
baktığında Talat Beyi, Nevin Hanımı ve korkulu gözlerle kendisine bakan Ebru’yu
gördü. Ebru can havliyle koşup Serkan’ın boynuna sarıldı. Kendini tutamamıştı.
Kahve gözlerinden süzülen yaşlar, Serkan’ın omzunu ıslatıyordu. Sessizce
hıçkırıyordu istemeksizin. Serkan:
“Tamam güzelim, ben iyiyim.” Diye Ebru’nun kumral saçlarını okşarken, bir yandan
da Talat Beyin ne tepki vereceğine bakıyordu.
Yerde hareketsiz yatan adama uzun uzun bakan Talat, düşünceli gözlerini Serkan’a
çevirdi. O an Serkan’ın kızıyla olan samimiyetinden çok adama ne olduğunu
düşünüyordu Talat Bey. Adamın yanına eğilip baktı, nefes aldığına dair bir
işaret yoktu. Etrafa toplanan kalabalık; şaşkın, meraklı ve uykulu bakışlarını
dörtlüye çevirmişti.
“Biri ambulans çağırsın!” diye bağırdı Talat otoriter sesiyle.
“Ebru kızım sen de gir hadi içeri.”
Nevin Hanımın o hengâmede bile aklı kızındaydı. Ebru’yu alıp içeri girdi
sessizce. Serkan Talat’a, Talat da Serkan’a bakıyordu. Hiçbir şey söylemedi
biri, diğeri hiçbir şey sormayınca.
“Açılın, açılın ne oluyor?”
Kalabalığın arkasından Ekrem’in sesini ayırt eden Serkan, o yöne baktı. Ekrem,
gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüştü. Yerde yatan adam hala hareket
etmemişti. Serkan, korku dolu bakışlar altında elinde kalan sopanın parçasını
yere atıp, hırsızdan birkaç metre öteye düşen siyah torbayı yerden aldı. Elini
içine daldırıp altın bir saat çıkardı. Herkesin olayı anlaması için bir süre
saati elinde tutan Serkan, ambulans gelince saati torbaya koyup torbayı Talat’a
verdi.
Ambulanstan inen görevliler, hızla hırsızın yanına gelip durumuna baktı.
Müdahaleye gerek yoktu, kırk yaşlarındaki hırsız, darbenin etkisiyle Hakk’ın
rahmetine kavuşmuştu. Sağlık görevlisi, derin bir iç geçirip Serkan’a ve
arkasındaki kalabalığa baktı:
“Ölmüş…”
Kalabalıkta bir hareketlenme, bir gürültü başladı:
“Ne, ölmüş mü?”
“Serkan mı öldürdü?”
“Ay adam öldü yahu!”
Tiz siren sesi eşliğinde sokağın başında beliren polis aracı, kalabalığa doğru
ilerlerken Talat Bey ve Serkan sert bakışlarla birbirlerini süzüyordu.
“Neden?” der gibi bakıyordu Talat, Serkan’a.
Serkan, bir süre gözaltında kaldıktan sonra Talat’ın ayarladığı avukatlarla
mahkemeye çıkarılıp nefsi müdafaa ve yaşının küçük olması gibi gerekçelerle
serbest bırakıldı. Ama artık mahalleli ona sabıkalı gözüyle bakıyordu.
Dağdelenliler ikiye bölünmüştü; bir kısmı Serkan’ın haklı olarak kendini
savunduğunu ve ailesinin hıncını aldığını savunurken, diğer bir kısmı da
Serkan’ın daha genç yaşında adam öldüren tehlikeli biri olduğunu düşünüyordu. Bu
kadar ikilem Serkan için bile fazlaydı, zar zor liseyi bitirip yazın başında
ayrılmışlardı can dostu, kader ortağı Ekrem ile Dağdelen’den.Hacıoğlu Meydanı, her öğleden sonra olduğu gibi cıvıl cıvıl, kımıl kımıldı.
Banklarda el ele oturan sevgililer, yeşil alanda top oynayan küçük çocuklar,
öylesine gezinenler, işportacılar, simitçiler, yankesiciler…
Ağaçlarda ve yerdeki kuşların cıvıltısı; yüksek topuklu ayakkabıların çıkardığı
seslere ve insanların uğultularıyla karışıp hoş bir ahenk yakalıyordu. Serkan,
Ekrem ve Burcu’dan biraz ötede oturmuş, kuşlara yem atıyordu. Ekrem ile Burcu da
koyu bir sohbete dalmıştı gelen geçeni izlerken.
On beş metre kadar uzakta etraflarını saran tuhaf görünümlü adamları ilk önce
Serkan fark etti. Bir kısmı takım elbise, bir kısmı da gömlek ve pantolon giymiş
olan adamlar; sözde sinsice ve hissettirmeden yaklaşıyorlardı hedeflerine. Ama
Serkan’ın işi buydu; kurulan tuzak, pusu ya da her neyse önceden fark edip
etkisiz hale getirmek. Kabaca bir bakışla on kişi saydı Serkan. Ekrem’in:
“Kalabalık gelmişler bu sefer.” demesiyle onun da vaziyeti fark ettiğini anladı.
Burcu’ya:
“Güzelim şuradan iki simit alabilir misin bana, şimdi hiç kalkmak istemiyor
canım.” diyen Ekrem, yirmi metre kadar ötedeki simitçiyi gösterdi.
Ayağa kalkarken Serkan’a da isteyip istemediğini soran Burcu, ‘yok, sağ ol’
cevabıyla simitçiye doğru yürümeye başladı.
O gidince Serkan ayağa kalkıp, olayı koordine ettiğini düşündüğü siyah takım
elbiseli, kirli sakallı, orta yapılı adamı yanına çağırdı:
“Kardeş bir saniye gelir misin?”
Neye uğradığını anlamayan adam, telaşlanıp olduğu yerde kaldı. Bu, daralan
çemberin hareketini bir anlığına duardurmuştu. Serkan Ekrem’e bakıp gülerek
fısıldadı:
“Çok toy lan bunlar!”
Diğerleri olduğu yerde dururken, az önce dağılan karizmasını toplamak isteyen
adam hızlı adımlar ve ters bakışlarla Serkan’ın yanına kadar geldi.
“Bakar mısın birader, dün biri benim kardeşimi dövmüş…”
“Evet, ben dövdüm ne olacak?” diye adamın sözünü yarıda kesen Ekrem, dişlerini
gıcırdatmaya başlamıştı.
“Bu kadar mı adam toplayabildin?”
Serkan’ın sorusu adamın kimyasını iyice değiştirmişti. Sanki kalabalık halde
baskın yapmaya gelen kendisi değil, karşısındakilerdi. Bir iki saniye sonra
toparlandı. Elini Serkan’ın omzuna koyup:
“Bak kardeş…” diyecek oldu ama yediği kafa darbesiyle yere yıkılıp kendinden
geçti.
Bu hareket olayların fitilini de ateşlemişti. Serkan ve Ekrem, omuzlarını
birbirine verip kendilerine doğru hızla gelen irili ufaklı kalabalığa döndüler.
İlk yaklaşanı daha elini kaldıramadan yere sermişti vurduğu yumrukla Ekrem.
Serkan da seri yumruklar ve tekmelerle vurduğunu indiriyordu. Az kişi olarak
kalabalık bir kavgadan sağlam çıkmanın tek yolu buydu çünkü: Vurduğunu devirmek.
Meydandakiler olayı birkaç metre mesafeden izliyordu. Burcu’nun kendilerine
doğru koştuğunu gören Ekrem:
“Burcu kal olduğun yerde!” derken sol gözünün hemen altına yumruğu yedi.
Bu, Ekrem’i çok sinirlendirmişti. Kendisine yumruk atan adamı boynundan
yakalayıp tam sol gözünün üstüne sert bir yumruk attı. Ardından bir tane burnuna
çaktı, bir tane, bir tane daha. Adam, yüzü gözü kan içinde yere yığıldı Ekrem
boğazını bırakınca.
Serkan, kendisine doğru hızla gelmekte olan bir iri yarı bir adamı görünce az
önce oturduğu bankın üzerine çıktı. Ok gibi fırlayıp dev gibi adamın tam
suratına indirdi tekmesini. Acı içinde böğüren adam, geldiği hızla bankın
üstünden uçup gürültüyle yere indi.
“Birkaç kemiği kırıldı galiba…” diye geçirdi içinde Serkan, son adamı da altına
almış tepelerken.
Ekrem etrafta kimse kalmayınca yerdekilerden çıkardı hıncını. Tekme atıyor,
eziyor, üstünde zıplıyordu acı içinde kıvranan adamların. Sol gözünün hemen
altında bir şişlik hissediyordu çünkü, ilk kez bir kavgadan hasarlı çıkıyordu.
Bu da sinirlerini bozmuştu. Serkan yavaşça elini omzuna koyup:
“Tamam oğlum, bitti. Adamları perişan ettin.” diye Ekrem’i sakinleştirmeye
çalışarak Burcu’yu da alıp olay yerinden uzaklaşırken; arkasında şaşkın ve
hayran gözlerle kendilerine bakan bir kalabalık bırakıyordu.Loş ışık ve sigara dumanı, alkol ve hafif esrar kokusuyla karışıp mekânın
içine yayılmıştı. Bunaltıcı hava, müzik eşliğinde gözleri yarı kapalı ileri geri
sallanan, kendinden geçmiş müşterileri etkilemiyordu bile.
Serkan kapıdan girip gözlerini kısmış, bu sefil manzaraya bakıyordu. Etrafta
yarı çıplak dolaşan kızlar, fena halde canını sıkmıştı.
“Yapma be kızım!..” diye söylendi içinden.
Bir an gözleri; barın arkasında duran, ağzında sigarayla karşısındaki gence içki
servisi yapan kıza takıldı. Bu manzara içini, çok derinlerdeki hislerini
sızlatmıştı nedense. Yüzü gözü boya içinde, üstünde dekolteli bir büstiyer, feri
sönmüş gözlerinden çıkan ifadesiz bakışları karşısındaki gence çeviren kız:
“Buyurun, sex on the beach’iniz.” diyerek masaya koyduğu bardağı iç gıcıklatan
bir sesle gencin önüne sürdü.
Serkan genelde çok sağlam sinirlere sahipti, ama bu görüntü karşısında gözlerine
yansıyan acıyı gizleyemez olmuştu. Yavaş adımlarla bara yaklaşıp taburelerden
birine oturdu. Elini hafifçe kaldırıp:
“Bakar mısın?” diye işaret etti kızıl saçlı kıza.
Kız, umursamaz tavırlarla geldi Serkan’ın yanına. Bu genç adamı barda ilk defa
görüyordu. Kılık kıyafetinden böyle yerlerin adamı olmadığı belliydi. Geniş
omuzlarına ve iri pazılarına baktı bu yabancının önce genç kız. Kahverengi
gözlerini, Serkan’ın yüzüne ve nihayetinde gözlerine çevirdi sonra.
Serkan’ın keskin bakışlarında, kendini tanıtmaya uğraşan bir ifade vardı. Genç
kız bunu ilk başta anlamamıştı:
“Buyurun efendim ne istersiniz?” diye sordu.
“Ben uzun boylu, kumral, dünyalar tatlısı Ebru diye bir kızı arıyorum.” deyince
genç kız Serkan’ın yüzüne bir daha, bu sefer daha dikkatli baktı. Ve bir anda
sönük gözleri fal taşı gibi açıldı. Pembe dudaklarının arasındaki sigara yere
düştü ağzını bir karış açınca güzel kız.
“Serkan?” diye sordu tanımaya çalışarak.
Serkan’ın yüzündeki karakteristik gülümseme, genç kızın aklında şüpheye yer
bırakmamıştı:
“Serkan, bu sensin!”
Kahverengi gözleri ışıl ışıldı şimdi. Elini şaşkınlıktan ve mutluluktan ağzına
kapatmış, sevinçle gülümseyerek Serkan’a bakıyordu genç kız.
“Tanıdın demek… Nasılsın bakalım?”
Serkan’ın sorusu üzerine genç kız, Ebru, etrafına bakıp kulağına eğildi:
“Burası pek uygun bir ortam değil, sen şimdi dışarı çık ben beş dakika sonra
yanına gelirim.” diye fısıldadı sesiyle.
Serkan, ‘tamam’ anlamında kafasını sallayıp son bir kez etrafa baktı. Ardından
hazzetmediği bu mekânı hızlı adımlarla terk etti.
Dışarıda, sokak lambasının dibine kurulup siyah eşofmanının cebinden bir sigara
çıkardı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu, sigarayı yakarken ellerinin
titrediğini fark etti. On dakika kadar bu şekilde bekledi. Gelen giden yoktu.
Tam yerinden kalkıp içeriye girecekken, barın arka tarafındaki küçük kapıdan
gelen gürültüleri duydu. Öfkeyle bağıranlardan birinin de Ebru olduğunu fark
etti. Ne oluyordu acaba? Hızlı adımlarla gürültülerin geldiği kapıya
yaklaştığında bir tokat sesi bütün sesleri bıçak gibi kesti. Serkan artık
yürümüyor, koşuyordu. Acı dolu ince bir feryat yükseldi. Serkan ne olduğunu
bilmiyordu ama kendisini tutamayıp kapıyı açtı:
“Ne oluyor lan burada?”