Sizinkiler

Kayıp Yıllar: Bölüm-4

Gözlerini odanın içindeki bir noktaya kilitleyen Ekrem, konuşmadan ve cevap
beklemeden o noktaya bakıyordu sadece. Balık figürlü bardaktan, uzun zamandır
içtiği en nefis kahveyi yudumluyordu bir yandan da. İçeride huzursuz bir
sessizlik vardı. Aynı boşluğu paylaşan iki kişi, ikisi de konuşmak istiyor,
fakat doğru cümleleri kuramamaktan korkuyordu sanki. Ekrem biraz daha
hazırlıklıydı Ebru’ya nazaran.
“Neden?” diye sordu.
Ebru, derin bir nefes alıp bu sürede makul bir cevap düşündü:
“Çünkü olmaz Ekrem, sebebi yok. Olmaz sadece, gelemem. Ben değiştim, ama
Serkan’ın aklında hep o masum, şirin kız olarak kalmak istiyorum.”
Konuşmaları biraz heyecanlı, biraz tedirgin bir üsluptaydı. Farkında olmadan
söylemek istemediği cümleler kuruyordu. Ekrem ise bu cevabı yeterli bulmuyordu.
Bunun için de birçok sebebi vardı.
“Tek sorun bu mu? Yani bunca yıl sonra ‘ya olmazsa’ diye mi korkuyorsun?” diye
sordu, cevabın sessizlik olacağını bile bile.
“Tamam o zaman…” diye devam etti, “Serkan’ın asla anlatmayacağı şeyleri
anlatayım sana da dinle.”
Ebru’nun yüzüne birden meraklı bir bakış yerleşmişti. Birazdan, uzun zamandır
beklediği cümleler dökülecekmiş gibi bakıyordu Ekrem’in dudaklarına. Çok acıklı
bir bakıştı bu, biraz ürkek, biraz da çaresiz.
Ekrem, bitmek üzere olan sigarasından son bir nefes daha çekip başladı
anlatmaya:
“Bugüne kadar pek çok şey yaşadım, çok fazla insan tanıdım, çok fazla hayat
hikâyesi dinledim. Ve hayatımda en çok gurur duyduğum, kendimle en çok övündüğüm
şey nedir biliyor musun?
Serkan’ın can dostu olmak. Onun her anlattığını, can kulağıyla dinleyip onun en
büyük sırdaşı olmak. Bunun nedenini izah etmeme gerek yok zaten, Serkan’ın nasıl
bir dost olduğunu sen benden iyi biliyorsun. Neyse…
Bunun bana olan en büyük getirisi, onu herkesten, hatta bazen kendisinden bile
iyi tanımak oldu. Onunla en çok ne hakkında konuşuyorduk biliyor musun?”
Ebru:
“Ne hakkında?” diye sordu istemsizce.
“Senin hakkında. Bana sürekli senden bahsederdi, en olmayacak zamanlarda bile.
Her akşam yatmadan önce mutlaka seninle ilgili bir şeyler fısıldar, öyle uyurdu.
Olmadık bir anda seni hatırladığında, oturur sessizce ağlardı, ki Serkan’ın genç
yaşta ailesini kaybettiğinde bile hiç ağlamadığını biliyorsun. Gün gelir, seni
neden bu kadar sevdiğini anlamaya çalışır, aklı karışırdı. En büyük
bilinmeyenlerin bile içinden kolaylıkla çıkan Serkan, sana olan bu sevgisini
çözemiyordu bir türlü.
Karşısına ne fırsatlar, ne kızlar çıktı tahmin edemezsin. Ama o seni unutmayı
bile hiç düşünmemişti. Bizim bu şehirden, sizden uzakta ne kadar büyük özlemler
çektiğimiz anlatamam sana. O zor zamanlarda onu hayata bağlayan tek şey, sana
olan aşkıydı. Hala da öyle. Serkan’la o kadar tehlikeli işler yaptık ki
inanamazsın. Bir keresinde tuzağa düştü, üç gün boyunca hayal bile edemeyeceğin
işkenceler gördü. Onu bulduğumda birçok yeri kırılmış, her tarafı kan revan
içindeydi. Dört hafta boyunca hastanede yattı. Ona nasıl dayandığını sorduğumda
bana ne dedi biliyor musun?
Ebru’yu bir defacık daha görmeden hiçbir yere gitmem!”
Ekrem’in içli içli anlattıkları, Ebru’nun gözünde yaşların tomurcuklan-masına
neden olmuştu. İçi sızladı birden. Kendisine karşı bu kadar derin duygular
beslediğini bilmiyordu Serkan’ın. Biraz pişman, ama bolca hüzünlü bir bakış
fırlattı Ekrem’e:
“Ekrem, ben… ben evleniyorum!”
Bu son söz, küçük odanın içine bir gülle gibi düşmüştü. Ekrem, neye uğradığını
şaşırmış bir vaziyette, ağzı yarım açık, sağa sola bakınıyordu hızla. İlk önce
inanmadı Ebru’nun bu söylediğine. İnanmak istemedi, ama Ebru’nun yüzündeki acı
dolu ifade, her şeyi ispatlamaya yetecek türdendi. Elini boşlukta sağa sola
sallıyordu, kendini kaybetmiş gibiydi. Gözünün önüne Serkan’ın bunu duyduğu an
gelmişti, ürperdi birden. Yo hayır, bunu Serkan’a söyleyemezdi!
Ebru’da sözüne cevap beklemeksizin hıçkırmaya başlamıştı sessizce. Şüphesiz o
andaki durumu oldukça vahim ve üzüntü vericiydi. Boş gözlerle etrafa bakan
Ekrem’e, başını avuçlarının arasından kaldırmadan:
“Evleniyorum Ekrem, hem de beni çok seven, benim de çok sevdiğim bir adamla.”
Ekrem, ne yapacağını şaşırmış bir halde:
“Sus!” dedi sert bir sesle, “sus, duymak istemiyorum bunu!”
Ardından, Ebru’nun yalvaran bakışlarına aldırmadan, hışımla küçük daireyi terk
etti. Merdivenleri üçerli beşerli inip kapının önünde duran cipe atladı bir
hamleyle. Araca binip kontağı çevirmeden öylece oturdu sadece. Direksiyonu
yumrukladı, küfür etti, bir sigara yaktı. Ardından bir tane daha…
Yarım saat kadar sonra nazaran sakinleşmiş, yola çıkabilecek hale gelmişti.
Kontağı çevirip gaza bastı…Sıddık, ofisindeki masanın etrafında huzursuzca dört dönüyordu. Bu
huzursuzluğun sebebi, karşı karşıya kaldığı kararsızlıktı. Çok uzun zamandır ilk
kez içinde gerçekten doğru bir şeyler yapabileceği hissi uyanmıştı. Önce
üstlendiği büyük proje, ardından Serkan’ın gelişi, aralarında geçen konuşmalar,
bunlar tesadüf olamazdı kuşkusuz. Büyük olaylar patlak verecekti ve bu olayların
gidişatını onun alacağı kararlar belirleyecekti. İki seçenek vardı öne çıkan:
İlk olarak, hiçbir şeyden vazgeçmeyip aynı otoriteyle etraftakilere korku
salmaya devam edecekti. Bu sayede mahalle sakinlerini bezdirip dolaylı yollarla
evlerini ucuz fiyatlara kapatacak, ardından kendisine verilen ‘büyük görev’in
son safhası olan ‘inşaat’ kısmı başlayacaktı. Bu sayede hem çok zengin, hem de
çok güçlü olacaktı. Ama bu işin kötü tarafı, kimse tarafından sevilmeyen biri
olacaktı.
Kendisine hayret ediyordu, oysa hiç de böyle şeyleri hesaba katan biri değildi,
onun için tek mutluluk para ve güç sahibi olmaktı. Ama Serkan, ne yapmışsa
yapmış, içine bir kurt düşürmüştü. Acaba gerçekten de etraftakiler ondan bu
kadar çok nefret ediyorlar mıydı? Bunca zaman sonra neden bu düşünce onu bu
kadar rahatsız ediyordu?
Zihni bilinmezler içinde kaybolmak üzereyken ikinci seçeneğini düşündü bir an;
bugüne kadar ‘büyük’ bildiği herkese kaşı duracak, mahalleliyi ve esnafı bu
büyük patronlara ezdirmeyecekti. Bu seçenek oldukça tehlikeli, biraz haşarı,
fakat şu anki ruh haline göre oldukça çekici bir seçenekti. Belki maddi olarak
kazancı olmayacaktı hatta elindekileri de kaybedecekti. Ama uzun zamandır merak
ettiği ve özlem duyduğu o manevi kazançlara ulaşacaktı. Nasıl bir şeydi acaba
vicdan rahatlığı? Akşam yatarken, o gün yapılanları rahatça düşünebilmek, hatta
yarınlarla ilgili korkusuzca masum hayaller kurabilmek. Şüphesiz bunlar ona çok
uzak kavramlardı. Hayatında ilk defa bunlara ulaşma imkânı veriliyordu eline,
hem de yıllarca kin güttüğü, hatta baş düşmanı olarak gördüğü biri tarafından.
Kafası allak bullak olmuştu.
Ya her şeyi pas geçecek ya da her şeye rest çekecekti. Eski bir kumarbaz olarak
bu kararın zor ve kritik bir karar olduğunu biliyordu. Masasının hemen arkasında
bulunan ve bütün Dağdelen’i gören pencereye yaslanıp dışarıyı seyretti. Birden,
yıllar önce yüz çevirdiği babasının bir sözü çalındı aklına bilmediği bir
yerden:
“Bütün rastlantılar sonunda tek bir paydada birleşir!”“Sıddık’a barış teklif ettim!”
“Sıddık’a barış teklif ettin?”
“Aynen öyle, Sıddık’a barış teklif ettim!”
Ekrem, bir günlüğüne yeteri kadar şaşırtıcı haber almıştı ve bu kadarı onun için
bile fazlaydı. Eliyle havayı döverek:
“Seko o herife çıkma teklif etseydin de barışın lafını etmeseydin yahu!” dedi
sitem dolu bir sesle.
Arkadaşının endişelerini gayet iyi anlayan Serkan, güven verici bir sesle:
“Ekrem, sen de çok iyi hatırlıyorsundur ki Sıddık aslında temiz kalpli bir
çocuktu. Yaşadığı çevre onu bu hale getirdi. Ben hala onun bu sefil mafya
hayatından kurtulabileceğini düşünüyorum.”

Ekrem birden anımsamaya başladı. Eskiden, çok eskiden Serkan ilkokulda
çevresiyle iletişim sıkıntısı çekerken, yanında bir Ekrem, bir de Sıddık vardı.
Hatta Sıddık’ı kendi arkadaşları, Serkan’la geziyor diye dışlamışlar, o ise buna
rağmen Serkan’dan vazgeçmemişti.
Erkem, kendisinin bu kadar zor hatırladığı olayları hiç unutmadığını farketmişti
Serkan’ın. Yavaş yavaş Serkan’a hak vermeye, Sıddık’a karşı sempati duymaya
başladığını fark etti.
“Yine de erken.”
Ekrem, Serkan’ın demek istediğini tam olarak anlamamıştı:
“Ne erken?”
Serkan, kafasını sağa sola sallayıp ciddi bir takım düşünceler içindeymiş gibi
camdan dışarı baktı:
“Sıddık’ın kararını görmeden konuşmak için erken. Ben onun hala içinde masum ve
iyi huylu bir kişilik barındırdığına inanıyorum ama bu düşüncemin kesin doğru
olduğu anlamına gelmiyor. Eğer yanılıyorsam işimiz var demektir.”
Ekrem, Serkan’ın bu konudaki bütün düşüncelerini merak ediyordu:
“Sence Sıddık neyin peşinde?” diye sordu.
Serkan, pencerenin yanında duran paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Derin bir
nefes çekip anlatmaya başladı:
“Kim olduğunu ve kapsamını bilmiyorum, ama birileri bu mahalle için büyük işler
planlıyor. Fakat Sıddık, konumu ve yapısı itibariyle bu işi yönetecek kapasitede
değil. Ancak bu büyük patronlara hizmet ediyor, hatta onların ayak işlerini
yapıyor olabilir. Eğer Sıddık benim istediğim kararı alırsa, büyük olasılıkla o
büyük adamlarla zıt düşecek. Ama bu sefer yanında biz yer almış olacağız ve bu
saygın ve büyük adamlara karşı daha etkili bir ittifak kuracağız.
Ama onlardan yana olmayı ve süregeldiği gibi devam etmeyi seçerse, bu sefer biz
yalnız başımıza hem Sıddık’la, hem de bu karanlık adamlarla uğraşacağız. Yani
her iki durumda da büyük olaylar olacak. Ve biz bu olayların ortasında
kalacağız.”
Serkan’ı dikkatle dinleyen Ekrem, aklına takılan bir konuya getirdi sözü:
“Seko iyi güzel de biz niye olayların ortasında kalıyoruz onu anlamadım. Yani
karışmasak olmaz mı?”
Serkan gülerek Ekrem’e baktı:
“Sence olur mu?”
Bunun üzerine Ekrem de güldü:
“Olmaz tabi!”
Bu konuyu kapatmaya karar verip televizyonu açtılar. İkisi de neşeli görünüyordu
fakat ikisinin de içi içini yiyordu. Serkan’ın canı Ebru’nun neden gelmediğine
sıkılıyordu fena halde. Ekrem’in de sıkıntısı aynıydı fakat o bir de acı
gerçeklerin yükünü taşıyordu. Sürekli Serkan’a söyleyip söylememek arasında
gidip geliyordu birkaç saat önce Ebru’yla görüştüğünü.
Tam bu sırada televizyonda izledikleri bir haber, bu durumun değişmesine sebep
oldu. Serkan şöyle dursun, Ekrem bile bu haberi şaşkınlıktan fal taşı gibi
açılmış gözlerle izliyordu. Bir magazin programında flaş haber olarak geçen
yazılar, ikisini de allak bullak etmişti.
“Ünlü popçu Ayberk, iki yıldır düzeyli bir beraberlik yaşadığı sevgilisiyle iki
hafta sonra nikâh masasına oturuyor.”
Görüntülerde ise, orta boylu, sarışın bir genç, yanında da uzun boylu kızıl
saçlı bir kız vardı. Kızıl saçlı, güzel kız Ebru’dan başkası değildi!
Yanındaki genç neşe içinde ‘evet evleniyorum’ diye gazetecilere demeç verirken,
Ebru başını yere eğmiş, biraz utangaç, biraz da sıkılgan bir tavırla kameralara
bakıyordu arada bir.
Dakikalarca süren haberi tek kelime etmeden gözlerini ekrana dikerek izlediler.
Haber bitmiş, araya reklâm girmişti. Ama ikisinden de çıt çıkmıyordu. Serkan,
ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi fakat konuşamadı. Ağzı açık öylece
duruyordu sadece. Gözleri dolmuştu. Ne diyeceğini bilemiyordu, o anda
konuşmasına gerek olmadığını düşündü sonra. Sessizce kalkıp balkona çıktı. Hemen
binanın önündeki sokak lambası nedense yanmıyordu. Gecenin karanlığında bir
sigara yaktı, hiçbir şey düşünemiyordu. Böyle bir haberi duyacağı, kırk yıl
düşünse aklına gelmezdi herhalde.
Ekrem ise onu biraz yalnız bırakmak istemiş olacak, televizyonu kapatıp mutfağa
geçti. Ağırdan alarak iki fincan koyu kahve yaptı. Balkona çıkıp Serkan’a
kahveyi uzattı. Değişik bir moda geçen Serkan, hemen önünde kendisine bardağı
uzatan Ekrem’i görmüyordu bile. Gözleri bulutlanmıştı. Bakışlarını, yanmayan
sokak lambasına kilitlemiş, bir ayağını yere vurarak öylece dikiliyordu.
Birkaç dakika sonra tek kelime etmeden salona döndü. Ekrem de peşi sıra
yürüyordu. Arabanın anahtarlarını aldı, kapüşonlu lacivert hırkasını üstüne
geçirip kapıdan çıkmadan önce Ekrem’e dönerek:
“Beni merak etme, biraz gezip geleceğim…” dedi kısık ve titrek bir sesle.
Bunun üzerine Ekrem, takip etmeyi bırakıp endişe içinde salona döndü. Şüphesiz
onun da kafası allak bullak olmuştu. Bir elinde yarıya kadar içtiği kendi
kahvesi, diğer elinde Serkan’ın fincanı kanepeye oturdu. Ne yapacağını, daha da
kötüsü ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Keşke vakti varken Serkan’a
söyleseydi, şimdi eğer Serkan, kendisinin Ebru’yla konuştuğunu bir şekilde
öğrenirse kıyameti koparacaktı.
Bu ruhsal buhran içindeyken tek başına oturmak istemiyordu. O Serkan gibi
değildi, yalnızlık ona göre değildi, yanında derdini paylaşacağı bir sevdiği
olmayınca rahatlayamıyordu bir türlü. Bu düşünceyle elindeki fincanları bırakıp
telefonuna sarıldı:
“Burcu, benim. Gelir misin?”Burcu, içeri giren kısa boylu, genç kızı ‘Hoş geldiniz’ diye nazikçe karşılayıp boş masalardan birine aldı. Bu sırada Ekrem bir başka müşteriyle ilgileniyor, Serkan da tezgâhın arkasından neşe içinde içerideki ikisini izliyordu:
‘Kafein’ açılmıştı en sonunda!
İlk günün şerefine her şey yarı fiyatınaydı. Gülümseyerek servis yapan iki garson, tertemiz masalar, büyük kalabalığa rağmen düzenli yürüyen işler ve mutlu müşteriler…
Bu tablo, şimdilik Serkan’ı mutlu etmeye yetiyordu. Kötü haberi aldığından bu yana iki gün geçmişti, o akşam yüksek hızlarda yaptığı İstanbul turu sırasında büyük bir düşünürün sözü gelmişti aklına:
“Kader konuşmaya başlayınca insan susar.”
Olmuyorsa olmayacaktı demek ki, gelmiyorsa yapılacak bir şey yoktu Ebru için. O kendi yolunu seçmişti, Serkan’ın da bunu kabullenecek kadar güçlü olması gerekliydi. Ve o, bu tür acılara alışıktı zaten, bu nedenle bir problem yoktu ortalıkta. Her ne kadar içinden kadere isyan etmek gelse de her saniye, büyük bir teslimiyetle olanları kabulleniyordu. Üstelik şimdi bunları düşünmek istemiyordu. Çocukluk hayalini gerçekleştirmiş, kendi kafeteryasını -hazin eksikleri olsa da- açmıştı sonunda! Üstelik çelenklere ve gelen müşterilere bakılırsa epey tanınmıştı eski mahallesine dönüşünden bu yana. Nihayet kafasını -gereksiz- konulardan arındırmış, ciddi işleri düşünmeye başlamıştı.
Az önce Sıddık aramış, bugün onu ziyaret etmek istediğini söylemişti. Oldukça belirsiz konuşmasına rağmen, küçük ayrıntıları kaçırmayan Serkan, Sıddık’ın gelişinin hayırlı olduğunu anlamıştı. Şimdiki heyecanı, çok uzun zaman önce iyiliğini gördüğü birine, bunu unutmadığını gösterebilmek içindi.
Ekrem de pek neşeliydi. Uzun zamandır çalışmadığı tarzda bir iş yapmanın verdiği tuhaf fakat hoş heyecan vardı içinde. Ayrıca hayatının aşkı, üç metre ötede arada bir kendisine bakıp tatlı bir tebessüm eşliğinde göz kırpıyordu, daha ne olsun! Gülümseyerek siparişleri alıyor, bunları Serkan’a iletip masalara servis yapıyor, boşları topluyordu. Onun gibi yıllarca türlü çetrefillere bulaşmış hızlı yaşayan biri için bu belki de çok basit, hatta sıkıcı bir işti; ama o mutluydu işte.
Kapının önüne oldukça büyük bir çelenk getirildi kamyonetle. Üç kişi çelengi taşıyıp diğerlerinin yanına getirdi. Serkan, ne olduğunu anlamak için dışarıya çıktığında, bir eli cebinde, gülümseyerek kendisine bakan Sıddık’ı gördü.
“Hayırlı olsun Serkan!” diye bağırdı uzaktan.
Serkan, bu ziyarete oldukça sevinmişti aslında ama yine de heyecanını gizlemeye çalışarak Sıddık’ın yanına yanaştı:
“Sağol kardeş, buyur bir çayımızı iç.” diyerek Kafein’i işaret etti.
Kol kola gülümseyerek içeri girdiler. Burcu, Ekrem ve içerideki bazı müşteriler bu görüntüden rahatsız olmuşlardı ancak seslerini çıkarmadılar. Sıddık tezgâhın yanındaki taburelerden birine oturdu, Serkan da tezgâhın arkasına geçti:
“Ne içersin?” diye sordu kısaca.
“Çay.”Sıddık, gülümseyerek meraklı gözlerini etrafta dolaştırıyordu. Böylesine
güzel döşenmiş ve neşe dolu bir mekân ilk kez görüyordu. Etraftaki herkesin
mutlu gülücükler dağıtması, ne kadar da huzur verici bir duyguydu! Arada bir
korkulu gözlerle kendisini süzenler gözünden kaçmıyordu ama, bunca zamandır
yaptıklarına karşılık şu anda çıkıp gitmemiş olmaları bile iyimser bir durumdu.
Artık ‘farklı’ bir insan olacaktı, hırslarını ve kibrini terk etmeye karar
vermişti. Bunca zaman sonra Serkan, kendisine doğru bir adım atabiliyorsa, o da
buna karşılık verecek kadar güçlü olmalıydı. Bunu düşünürken içi tekrar tekrar
sevinç ve heyecanla dolup taşıyordu. ‘İyi’ insan olmayı düşünmek bile onun için
büyük bir mutluluktu.
Serkan, çayı masaya koyup önce etrafı süzdü. Ardından Sıddık’a dönerek:
“Onlara aldırma, bir gün benim sende gördüğümü onlar da görecek.” dedi kendinden
emin bir sesle.
Bu söz zaten yerinde duramayan Sıddık’ı iyice uçurmuştu:
“Sen bende ne görüyorsun ki?” diye sordu sesi titreyerek.
Serkan önce bir iki kez boğazını temizledi, sonrasında yine o kararlı ifadesiyle
gözlerinden ışık saçarak anlatmaya başladı:
“Sıddık, ben sende çok ama çok iyi kalpli bir insan görüyorum. Çevresi yüzünden
özünü unutmuş, ama bazı hassasiyetlerini hala kaybetmemiş bir insan. Olgun,
sorumluluk sahibi, biraz aşırı olsa da hırslı, kendine güvenen bir erkek de
görüyorum. Bunun yanı sıra sözünü geçirebilen, adamlarının güvenini kazanmış ve
yaptığı işi önemseyen bir de lider görüyorum.”
Sıddık, utanarak hafifçe başını eğdi:
“Aman Serkan kardeş, bunları ben bile görmezken başkaları nasıl görür?”
Serkan, sözü istediği noktaya getirmişti. Tavrını hiç bozmadan konuşmasını
sürdürdü:
“Bak göreceksin, seninle o kadar güzel işler yapacağız ki, Dağdelen halkı sana
bir ömür boyu minnettar kalacak. Onların bir numaralı kahramanı olacaksın.”
Sıddık yerinde duramıyordu artık, taburede sağa sola kayıp hızla bakışlarını
etrafta gezdirmeye başlamıştı:
“Serkan kardeş…”
“Sadece Serkan desen yeterli.”
Sıddık Serkan’a bakarak gülümsedi:
“Tamam, Serkan; ben sadece şu tatsız olayları unutturayım yeter, yoksa öyle
kahramanlıkta falan gözüm yok.”
Serkan gülümseyerek kahvesinden bir yudum aldı. Tezgâhı yaptığında, kocaman,
kırmızı renkli bir kahve bardağı da almıştı. Çok fazla kahve içtiği için
işyerinde sürekli taze kahvesi olsun istiyordu.
“Aklında tam olarak ne var Serkan?”
Hayatı boyunca en sık duyduğu sorulardan birini bu sefer Sıddık’tan duymak
komiğine gitmişti. Normalde olsa buna hokkalı bir espriyle cevap verirdi ama
şimdi yeri değildi.
“Senin aklında ne var, esas önemli olan bu?” diyerek soruya soruyla karşılık
verdi.
Kafası karışan Sıddık:
“Nasıl yani?” diye sordu tekrar.
Serkan, iyice eğilerek, sadece Sıddık’ın duyabileceği bir ses tonuyla konuştu:
“Tüm bunları yaparken aklından geçen neydi, yani bu mahalle için aklındaki plan
nedir?”
Sıddık önce anlamazlıktan geldi, ama Serkan’ın yüzündeki ‘bir şeyler biliyormuş’
ifadesi, direncini kırmaya yetmişti. Ensesini kaşıyıp etrafı kesti.
“Bak Serkan, bunları sana anlatmayı düşünmem bile hayatımı tehlikeye sokar. Ama
zaten buraya gelerek birçok şeyi ve birçok kişiyi karşıma almış oldum.
Dağdelen, Marmara Denizi’nin çok kritik bir noktasında bulunuyor Serkan. Karşı
kıyıda ne olduğunu biliyor musun?”
Serkan, bir şeyler anlamaya çalışırken:
“Nakliyat şirketleri vardı eskiden, depremde yıkılmadan önce.”
Sıddık, konuyu tam da istediği noktaya getirmişti:
“1999 yılında ülkedeki uyuşturucu baronları bir araya gelerek bir toplantı
yaptılar, o sıralarda yeni bir tür olan extacy isimli uyuşturucuyu iç pazara
sokmanın ve kullanımını attırmanın yollarını kararlaştırdılar. Kim olduğunu tam
bilmiyorum, ama büyüklerden biri, kısa bir süreliğine esrar ve kokainin büyük
kısmını İstanbul ve Bursa’daki ambarlarda depolayıp, bir süre sadece extacy
dağıtımı yapılması fikrini ortaya attı. Başka bir çözüm bulunmayınca bu fikir
kabul gördü ve öyle de yaptılar. Ancak hesap etmedikleri bir olay oldu…”
“Marmara Depremi!”
Serkan’ın beyninde bir şimşek çakmıştı sanki. Şimdi her şeyi daha iyi anlıyordu.
Yine de Sıddık’ın sözünü bitirmesi için sustu.
“Evet, bu depremde uyuşturucunun büyük kısmı denizin dibini boyladı. En büyük
depo da işte karşıda, Büyükçekmece sahilindekiydi. Bir şekilde devlet
uyuşturucuyu öğrenmiş, kimsenin çıkarmasına izin vermiyor, ama kendi de
çıkarmıyordu. Çok büyük bir sır olarak saklanıyor bu, bakma ben bu malın
sahibine hizmet ettiğimden biliyorum.
Neyse, bu bölge imara açık olmayan bir mekân olarak görünüyor. Genel ve yerel
yönetimler değişince, bu büyük adamlar, bir daha şanslarını denemek istediler.
Maalesef bu kez başarıp bu bölgede büyük bir tesis kurmak için izin koparttılar.
Şimdi istedikleri, uyuşturucuyu çıkarmaya başladıklarında, etraflarında
kendilerine ayak bağı olacak kimsenin olmaması. İşlerini rahatça halletmek. Bu
nedenle buradaki halkı bezdirip kaçırmaya çalışıyorlar, bu işi de bana ihale
etmişlerdi. Fakat artık onlar için çalışmıyorum. Bedeli ne olursa olsun…”
Sıddık’ın gözlerindeki kararlı, parıldayan bakışlar, Serkan’ın dikkatinden
kaçmamıştı. Gülümseyerek Sıddık’ın sırtını sıvazladı:
“Merak etme kardeşim, bunun için bedel ödemesi gereken sen değilsin.”
Bu sırada yanlarına gelen Ekrem, önce Sıddık’ı şöyle bir süzdü. Ardından bozuk
bir sesle:
“Sohbetiniz bittiyse siparişleri hazırlar mısınız Serkan Bey!” dedi homurdanır
gibi.
Serkan, kocaman bir kahkaha patlattı. Öyle ki içerideki herkes dikkatini ona
yöneltmişti. Bunun farkında olarak:
“Sıddık’la tanışıyor musun Ekrem, yeni dostumuz oluyor kendisi. Adil ve artık
kimseye zararı dokunmayacak olan bir dost!” dedi yüksek sesle.
Bunun üzerine bütün bakışlar Sıddık’ın kızaran yüzüne dönmüştü. Herkesin merak
ettiği soruyu Ekrem sordu:
“Gerçekten mi?”
Bir kez de Sıddık yanıtladı:
“Doğrudur Ekrem kardeş, artık başka biri olacağım; herkesin sevdiği, herkesi
seven bir adam.”
Çoğunluk buna inanmasa da, herkesin içinde ufak bir umut belirmişti. Bununla
birlikte kafalarda aynı soru yer ediyordu:
Yılların kaba dayısı Sıddık, kirli işleri bırakabilecek miydi gerçekten?

Dördüncü Bölümün Sonu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu