Bilmem farkında mısınız, video oyunları artık eğlence sektöründe hatırı sayılır bir pazar payına sahipler. Şimdilerde AAA etiketine sahip yapımların maliyeti birçok yüksek bütçeli Hollywood filmini geride bırakıyor. Oyunların ortaya çıkış süreci içinde, projelerde yüzlerce insan çalışıyor.
Firmalar tek bir oyun için birleşiyor ya da direkt olarak şirket evlilikleri yapılıyor. Dağıtım ve reklam kampanyalarını yürüten yayıncılar sezonluk oyunları için (Call of Duty, Assassin’s Creed, FIFA serisi…) milyonlarca doları heba ediyorlar. Steam gibi dijital dağıtım pazarları, global internet ortamında oyunlarını milyonlarla buluşturuyor.
Video oyunları artık bir alt-kültür değil bir popüler-kültür aracı olmuş durumda. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum ama bazı şeylerin ters gittiği de ortada.
Yazı dizisinin ilk bölümü video oyunlarını hazırlayan oyun firmalarına ait görüşlerimi kapsayacakken, ikinci bölümde olayın kendisi olan video oyunlarına değineceğiz. Son bölümde ise oyuncu kavramını ve özellikle ülkemizdeki oyuncu profilini irdeleyeceğiz.
Unutmadan ekleyeyim: Bildiğiniz gibi oyun tarihi oldukça zengin ve lezzetli bir menüye sahip. Tonlarca türe, tonlarca hikayeye ve aynı oranda hayrana sahip. Bu geniş aralığı en başından almak hem büyük bir külfet olur hem de benim anlatmak istediğim şeyleri çorbaya dönüştürür. O yüzden genel olarak belli zaman aralığını yani 2000’li yılları referans olarak alacağım. Bunu yapmamın amacı eski oyunları görmezden gelmez değil elbet. Aksine yeri geldiğinde onlarında kapısını çalıp hatırlarını soracağız, yeni-jenerasyon hakkındaki görüşlerini alacağız.
Hazırsanız başlayalım.
Yüksek satış ve gelirler
Yaptıkları atılımlarla oyunlarını çok büyük kitlelere ulaştıran dev şirketler ağının tam ortasındayız. Burası tam bir kurtlar sofrası. En küçük bir yanlış hareketinizde anında dibi boylayabilir, kepenkleri kapatabilirsiniz. Ya da sağlam bir fikri işleyerek sizi uzun süre götürecek serileri yaratabilirsiniz.
Kendi görüşümü sizlerle paylaşacak olursam; son on yılın en büyük atılımları (özellikle finansal açıdan):
– Dijital dağıtım ve DLC
– Konsollara yapılan yatırım
– Call of Duty
Bu üçlü, yatırımı yapan firmalara çok büyük bir satış başarısı ve sadık müşteri kitlesi oluşturdu. Bu listeyi yazarken yanlış anlaşılmamak için herhangi bir sıralama yapmaktan kaçındım. Bunların haricinde başarılı olan başka projeler olsa da benim gözüme en çok çarpanlar bunlar oldu. Siz itiraz etmeden önce, gelin bu maddelerden bazılarını ele alalım. Sektöre kattıkları artı ve eksileri tartışalım
Dijital Dağıtım ve DLC
İşe, bilgisayar oyuncularının göz bebeği durumundaki Steam ile başlayalım. Çok kısa bir sürede oyun portföyünü oldukça genişleten Steam, şimdilerde dijital dağıtım pazarının lideri konumunda bulunuyor. Belli aralıklarla düzenlenen indirimlerle hem orijinal oyun kullanımını destekliyor hem de liderliğini sağlamlaştırıyor. (Ben bu makaleyi yazarken bir yandan da Steam cüzdanıma para yetiştirmeye çalışıyorum. Yaz indirimleri başladı.)
Steam’in sağladığı kolaylıklar ve kampanyalar, onu kullanıcıları için harika bir oyun platformu yapıyor. Bir dakika gibi bir sürede satın alınan yeni oyun, Steam kütüphanesinde yerini alıyor. Kullanıcılar sadece tıklayarak oyunlarını internet üzerinden çekiyor ve hiçbir zorluk yaşamadan rahatça oynuyorlar. Otomatik olarak yüklenen güncellemeler, oyunları her daim hazır tutuyor. Bilgisayarın çökmesi, bilgisayar değiştirme ve oyunun silinmesi durumunda müşterilerin korkması gerekmiyor çünkü Steam sunucuları, oyunların kayıtlarını bir sonraki indirmeyle beraber oyun klasörüne geri koyuyor.
Parmaklarımdan daha fazla bal damlayıp klavyemi kullanılmaz hale getirmeden önce madalyonu ters çevirmek istiyorum, izninizle…
Güvenlik! Steam, şifre koruma, e-posta denetim, sıkı güvenlik duvarları (bilgisayarın sahip olduğu güvenlik duvarlarını da hesaba katarsak çift katmanlı) ile korunan bir program. Meselede burada yatıyor zaten, Steam her şeyin özünde bir program. Unutmayalım ki programlanan her şey aynı zamanda kırılabilir (Legion lütfen alınma!). Bunun en acı örneğini geçen yaz PlayStation kullanıcıları yaşadı. Ps Store bir aydan uzun bir süre hizmet dışı kaldı. Takip eden süreçte yaşanan skandallar oyun dünyasını derinden sarstı.
Olay, sonunda Sony yetkililerinin kamuoyu açıklamalarında, tüm PlayStation 3 sahiplerinden özür dilemelerine kadar dayandı. Ps Store yeniden aktif hale geldiğinde oyunculara bedava oyunlar ve Plus üyelikleri dağıtılmış olsa da kayış kopmuştu. Hangimiz aynı şeylerin Steam’de yaşanmayacağını söyleyebilir ki? Hepimiz belli aralıklarla Steam’e saldırılar düzenlendiğini biliyoruz. Gün gelip aynı şey Steam’in başına gelirse hasarın çok daha büyük olacağını düşünmekteyim. Yüzlerce oyunu ve Steam cüzdanındaki paranın uçup gittiğini gören bir kullanıcının tepkisini bir düşünün?
Tüm bunların olması için Steam’in topyekun hacklenmiş olması gerekmiyor. Size bir arkadaşımın aylar boyu yaşadığı problemden bahsedeyim;
Arkadaşımın Steam hesabı bundan bir kaç ay önce kırıldı ve bilgileri çalındı. Elbette hesapla beraber tonla para ödediği yirmi küsur oyun da buhar olup uçtu. Müşteri hizmetlerine durumu bildirdiğinde onu söylenen şey şuydu:
“Lütfen Steam ile ilişkilendirilmiş bir oyununuzun kutusu ve bu oyuna ait aktivasyon anahtarının fotoğrafını çekip bize yollayın.”
Steam’de oyun sahibi olmak için kutuya gerek yok, bunu biliyoruz. Steam gibi bir yapının çok daha mantıklı çözümler sunması gerekir. Eğer hesapla ilişkili kutunuz yoksa oyunlarınız çöpe gidebilir. Bu ciddi bir problem. Arkadaşım da şansa sadece bir oyuna kutulu olarak sahipti. Call of Duty: Modern Warfare 3. Lakin kutuyu kaybettiğinden çok uzun bir süre hesabına erişemedi. Sonunda hallettiğinde ise aylar geçmişti.
Bu noktada çok sevdiğimiz ve bize müthiş kolaylıklar sağlayan Steam’in bile bazen güvenilmez olabileceğini söyleyebiliriz. En doğrusu, şifremizi sık sık değiştirmek ve oyun satın alırken kredi kartı bilgilerimizi kaydetmemek olacaktır. Çünkü Ps3 sahiplerinin yaşadığı mağduriyeti bir gün Steam kullanıcılarının da yaşamayacağını kimse iddia edemez. Daha kötüsü giden sadece oyunlarınız olmayabilir, benden söylemesi. Bu söylediklerim Origin, Xbox Live hatta Uplay hesapları için de geçerli.
Hatırlar mısınız bilmem; seneler önce, geniş bant internetin ve dijital dağıtımın olmadığı bir dönem vardı. Oyunlar o zamanlar ‘tam’ olarak çıkarlardı. Tam sözcüğüne bilerek vurgu yapmak istedim. Gariptir, günümüzde bir çoğu yarım olarak çıkıyor. Eskiden oyununuzun hatalarını giderebilmek için her ay başında yeni yama çıkartamazdınız. Ya da çoklu oyuncu modları için sürekli olarak yeni haritalar sunamazdınız. Hem iyi hem kötü bir durum. İnternetin kullanımı arttıkça, teknoloji ilerledikçe oyunların gelişim süreleri iyice azaldı. 2000’li yılların başlarında Assassin’s Creed gibi ucu açık, bol içerikli bir oyunun, bir yıl gibi kısa bir süre çıkmasını bekleyemezdiniz. Ya da favori multiplayer oyununuz için sürekli güncel içerik bulamazdınız. İnternet sağ olsun, şimdi hepsi mümkün.
Neden mi böyle dedim? Durun açıklayayım. Elbette ilk gün yamalarından ve DLC’lerden söz ediyorum. Eskiden DLC gibi bir imkan yoktu. Bunun yerine bir çok oyun için ‘Ek Paket’ çıkardı. Eh, dijital dağıtım olmadığından, ek paketler de dolu dolu gelirdi. Mesela, Age of Kings eklentisi! Ya da TESIV: Oblivion’a gelen (ki daha yakın bir tarih) Shivering Isles. Sonra, Half-Life: Opposing Force.
Peki ne oldu da büyük firmalar uzun geliştirme süreci, ciddi ölçüde bütçe ayırımı ve en önemlisi büyük emek isteyen ek paket işinden vazgeçtiler? Cevap basit: The Sims çıktı, olan oldu. The Sims oyunundaki yağlı kapıyı keşfeden EA, seriyi satın aldı ve iki ayda bir çıkan, günümüzün DLC sendromuna çok benzeyen ek paket furyasını başlattı. Serinin ikinci oyunuyla, oyun içi eşyalar küçük paralar karşılığında satılmaya başlandı. Hamle öylesine tuttu ki, diğer firmalar da ışık hızıyla The Sims modeline geçiş yaptılar. Yanış anlaşılmasın, The Sims kesinlikle ilk değil ama, kanaatimce bu süreçteki en etkili oyundu.
Yıl 2012, gelinen nokta: Mass Effect 3: From Ashes, UEFA Euro 2012 ve daha sayamayacağım düzinelerce oyun. Ben DLC karşıtı biri değilim, ama olay sadece para kopartmaya dönüşünce sinirlerim tavana vuruyor. Maalesef ipin ucu kaçalı çok oluyor ve şimdilik iş işten geçti. Duruma karşı vereceğim en iyi örnekse TESV: Skyrim. Bana göre Skyrim, tüm zamanların en çok DLC’ ye sahip oyunu. Güzel yanıysa hepsi tamamen bedava. Steam ve Bethesda ortaklığı en çok biz oyunculara yaradı, ne dersiniz? Diğer örnek ise Witcher serisi. CD Project Red, çıkan hiçbir içeriği için bu güne kadar ücret talep etmedi.
Bioware ve Blizzard son birkaç ayın en çok eleştirilen iki büyük firması. Bioware, Dragon Age II ve sonrasında Mass Effect 3’e kadar oyuncuların göz bebeğiydi. Dragon Age’in, Baldur’s Gate efsanesine dayanan oynanışının değiştirilmesiyle ve Mass Effect 2’nin DLC bombardımanıyla başlayan tepkiler, Mass Effect 3 ile doruk noktasına ulaştı. Bioware tüm değerlerini kaybetmek üzereyken verdiği doğru kararlarla benim gözümde yeniden yükselmeyi başardı. İlk gün DLC’ sinden sonraki tüm eklentilerini bedavaya sundu. Extended Cut ile Mass Effect 3’e nokta koymayı başardı.
Öte yandan, Blizzard’ın satış başarısına rağmen artık oturup düşünmesi gerekiyor. Çünkü benim gözümden tablo hiç iyi görünmüyor. Bir an önce Diablo’nun, WoW’da yaşanan gelir kaybını kanalize etmek için bir çözüm yolu değil, bir efsane olduğunu hatırlamaları gerekiyor. Yoksa, oyuncuların gözündeki ‘Blizzard’dan ne çıksa gözüm kapalı alırım.” imajlarını tamamen kaybedecekler.
Konsollara yapılan yatırım
Bilgisayar teknolojisi ilerleyedursun, bu ilerleme büyük yapımcıların ilgisini çekiyor gibi görünmüyor. Şu an hayli eskiyen konsollara yatırım devam ediyor. Oyuncular -özellikle PC kullanıcıları- bu durumdan rahatsız olsalar da ortada olan bazı gerçekler konsolları hayli öne taşıyor.
Tıpkı sinema ve müzik sektörü gibi, oyun sektörünün de başındaki en büyük bela elbette korsan kullanımı. Ayrıca film ve müzik sektörünün korsan kullanımından oyunlar kadar etkileneceğini söylemek hayli güç. Sonuçta bir film ilk önce vizyona girer ve asıl gelirini bununla sağlar. Ya da müzisyenler albüm gelirlerine ek olarak konser verip kazanç sağlayabilirler. Fakat iş oyunlara gelince durum biraz daha karışık. Bir oyuna para vermek yerine internetten kısa bir süre içinde indirebilir, hatta bir kaç ay sonra çoklu oyuncu modlarının da kırılmasıyla keyfinize keyif katabilirsiniz. Bilgisayar üzerinde milyonlarca insanın oynadığı ve beğendiği bir oyun, satışlarda 200-250 bin civarında kalıp, kepenk indirmenize sebep olabilir.
Grim Fandango milyonların sevgilisi olmuş, hatta gelmiş geçmiş en iyi oyunlardan biri sayılırken 500 bin satış bile gerçekleştirememiştir. Oyun dünyası, korsan kullanımının kazdığı mezarlarla doludur.
Son konsol nesliyle beraber, firmalar yatırımlarını konsol üzerine yapmaya başladılar. Bilgisayara göre daha kapalı bir sisteme sahip olan konsolların kırılması, kırılsa bile tam randımanlı kullanımı çok zorlaştı. Konsol öncelikli yapı yaygınlaştıkça, bazı firmalar oyunlarının daha fazla satması için PC versiyonlarını birkaç hafta, birkaç ay ve Rockstar örneğinde olduğu gibi yıllar sonra çıkartmaya başladı. Hiç çıkartmadığı da oldu (Red Dead Redempdation).
Şu anki düzende her ne kadar en büyük pay korsana sahip olsa da, sadece ona yüklenmek yanlış olacaktır. Konsollara oyun hazırlamak, sabit donanımları sayesinde bilgisayarlara göre çok daha hesaplı. On farklı çözünürlük, yirmi farklı gölge-ışık, otuz farklı kaplama ayarı ile uğraşmaya gerek yok (Abarttım sanki:). LCD televizyonların yaygınlaşmasıyla neredeyse her eve bir konsolun girmesi ve bilgisayarların aksine donanımlarının yükseltilmesine ihtiyaç duymamaları sadık müşterileri de beraberinde getiriyor.
Ortaya çıkan sonuç ise bir tarafı memnun ederken diğer tarafın tepesinin tasını attırabiliyor. Belki de sonu gelmez konsol mu bilgisayar mı tartışmalarının çıkış noktasını oyunların dağılımı oluşturuyor. Firmaların sadece oyunlarını daha fazla satabilmek için PC platformunu es geçmesi ve ya geç çıkartması PC ve konsolların arasında soğuk rüzgarlar estiriyor. Ezio’nun hikayesinin son halkası olan Revelations’da yaşananlar olayın en yakın örneği olabilir. Konsol sahipleri oyunu çoktan oynamış, bitirmiş, hatta hikaye hakkında forumlarda tartışmalara girmişken, PC oyuncuları hala sürekli ertelenen çıkış tarihini beklemek zorundaydılar.
Hazır konu Assasin’s Creed’den açılmışken Ubisoft’a da bir bulaşalım isterseniz. Serinin ikinci oyunu konsola çıkışından aylar sonra PC’ye hoş bir sürprizle teşrif etti. DRM adı verilen koruma sistemiyle, kullanıcılar kendilerine özel bir hesap açıp Ubisoft oyunlarını buraya kaydederek oynamak zorundaydılar. Ubisoft böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Çünkü oyunu oynamak için sürekli internet bağlantısına ihtiyaç vardı ve eğer internete bağlı değilseniz oyununuz kaydolmuyordu. Dediğim gibi bir taşla iki kuş; hem korsan engellenecekti, hem de aktivasyon kodunun tek hesapta taşınmasıyla ikinci el oyun satışının önüne geçilecekti.
DRM kesinlikle etik bir uygulama değil, en azından benim görüşüme göre. Ben çoklu oyuncu modu bile olmayan bir oyunu –ikinci oyundan bahsediyorum- neden her daim internete bağlı oynamak zorundayım ki? Ya da ikinci el satışını engelleme olayı: Para vererek sahibi olduğum ürünü, neden benden başkası da oynayamıyor? İlla satmam gerekmiyor, belki arkadaşıma vereceğim. Ubisoft nasıl böyle bir konuda hak iddia edebilir ki?
Komik olan tarafını söyleyeyim, Ubisoft’un DRM koruması olan oyunlarını korsan oynamak, orijinal oynamaktan çok daha zahmetsiz ve kolay. Uygulamanın korsanı hiçbir şekilde engellememesi ise akla başka şeyleri getiriyor. Sadece iki el piyasasına ket vurmak için yapıldığı tezini güçlendiriyor. Daha da komiği iki hafta önce tüm hesap bilgilerimi kaybettim ve Ubisoft’a oyuna sahip olduğum ile ilgili tonlarca fotoğraf yollamam gerekti. Eğer fotoğraf çekemiyor olsaydım, sahip olduğum oyunu bile oynayamayacaktım. Kural dışı değil, ama bence etik de değil. Durum sadece PC oyuncularına dokunsa hadi iyi, aynı şeyin konsollarda da yaşanması durumu var. Online Pass, doğru bildiniz. İnsan şeytanın avukatlığını yapmadan edemiyor. Firmalar daha fazla kazanabilmek adına daha ne kadar ileriye gidebilir diye düşünüyor.
Hepimizin çok iyi hatırlayacağı başka bir örneğe geçelim. PC mi konsol mu tartışması süredursun, id Softare’ın yaptığı acayip işe ne demeli? id’nin hiçbir oyununu sevmiyor olabilirsiniz, nefret etmekte de serbestsiniz. Fakat, teknolojilerine laf ettirmem, ettirmedim de En azından Rage felaketine kadar. O kaplamaların geliş süresi nasıl bir optimizasyon sorunudur, odaklandığım her nokta nasıl bir anda MS-DOS’a geri dönüş yapar anlayamadım. Tamam, oyun firmaları satış başarısını sağlamak adına zaman ve enerjilerini daha çok konsola harcıyorlar ama bu kadarına da pes doğrusu. Bir id Software oyununda sadece üç grafik ayarı göreceğim günler geldi ya bir şey demiyorum.
Call of Duty
Onuncu yılına yaklaşan bir seri. Sekiz ana oyun (Black Ops II ile dokuz). Yüz milyonu geçen satış başarısı ve milyarlarca dolar gelir. Şubat 2012’de alınan verilere göre kırk milyon aktif oyuncu ve bir buçuk milyon Call of Duty: Elite üyesi. (kaynak: wikipedia.org) Medal of Honor: Allied Assault’ı yaratan ekip EA’dan ayrıldığında, hiç kimse hatta Activision bile tüm zamanların en karlı oyun serisinin ortaya çıkacağını bilemezdi.
Biliyorum Call of Duty çok riskli bir konu. Seveni ve sevmeyeni epey fazla. Seriyle ilgili her haber, tartışmaları beraberinde getiriyor. Ama Call of Duty’i özel yapan bir şeyler olmalı değil mi? Yoksa kırk milyonu aşkın oyuncu neden aynı oyunu oynasın
CoD hiçbir zaman türe yenilik getirmedi, bu bir gerçek. Zaten en çok eleştirilen yönü hep bu oldu. 2003 yılında çıkan Cod 1 ile Modern Warfare:3 arasında oynanış olarak hiçbir fark yok mesela. İlk oyunda idTech 3 kullanıldı, hala aynı motorun temelleri serinin yeni oyunlarında kullanılıyor. Dediğim gibi hiçbir zaman türe yenilik getirmedi; sinematik anlatım ilk olarak Half-Life’a özgü bir işti. Çatışma mekanikleri deseniz bir FPS oyunda ne kadar farklı olabilir ki? Galiba oksijenle iyileşme Call of Duty ile geldi, o da yenilik sayılmaz. Günümüzün açık dünya modasına uyduğu da pek söylenemez, dümdüz ilerliyoruz.
Neden bunları saydım? Call of Duty’i eleştirmek için mi? Tabii ki hayır. Serinin neredeyse tüm oyunlarına sahip sadık bir Cod hayranıyım. Sadece son oyunu alamadım ve nedeni benim deliler gibi beklediğim başka bir oyunun, birkaç gün sonra çıkacak olmasıydı. Bazen sadece bir oyuna paranız (daha önemlisi zamanınız) yeter ve 11.11.11. her yönüyle ağır basmıştı.
Konuya dönelim. Elbette yenilik, özellikle türe getirilen yenilik oyunların ilerlemesinde yol gösterici olmuştur. Ama bir oyunun çok başarılı olması için illa süper yenilikler getirmesi gerekmiyor. Call of Duty’nin neden başarılı bir seri olduğunun altında yatan sebep budur. Sadece formülü doğru uyguladılar. Bunun üstüne güzel bir tek kişilik senaryo ve adrenalinin bir saniye bile düşmediği çoklu oyuncu modlarını da eklerseniz süper yenilikler yapmanıza gerek yoktur.
Korkunç satış rakamlarının ardındaki başrollerden birisi de Xbox konsoluna aittir. Şu gerçeği unutmayalım, Call of Duty bir konsol oyunu, hatta Xbox 360 oyunudur. Ürünün reklamlarına kadar her yerde Microsoft’un meşhur ‘X’ işareti kafamıza kakılır. Sebep basit: Konsollar revaçta, Amerikan’ın yüksek çoğunluğu Xbox sahibi ve Call of Duty dibine kadar ABD oyunu. İşin aslı benim söylediğim kadar basit olmasa da en büyük sebeplerden birinin bu olduğunu düşünmekteyim.
Ve… Söz konusu CoD ise madalyonu çevirmek hem çok kolay hem de çok risklidir. Çevirdim gitti.
Makalenin başında, yazının üç bölümden oluşacağını söylemiştim. CoD serisinin daha çok oyun firmalarının işlendiği bir kısma denk düşmesi, aynı zamanda benim oyuna yaptığım en büyük eleştiridir. Call of Duty hiçbir zaman FPS’leri ileriye taşımadı. Hatta bazen geriye götürdüğünü söyleyebiliriz. CoD’un bugün kırk milyon oyuncusu varsa, bunun sebebi çok iyi başardığı çoklu oyunculuğudur. Tek kişilik senaryo modu ise sadece iyi bir aksiyon filmidir. Bu tamamen öznel bir düşünce ve doğru olup olmadığıyla ilgilenmiyorum. Elbette süper şeyler yaşadık, özellikle Price ve ekibinin maceralarıyla Dünya’nın dört bir yanında epik çatışmalara girdik. Hüzünlendik, mutlu olduk, ihanete uğradık…
Ama üzülerek söylüyorum ki ben Modern Warfare serisiyle beraber oynadığım şeyin bir oyun olduğunu hiç hissedemedim. Olay her seferinde A noktasıyla B noktası arasındaki, ortalama 15-20 IQ arası düşman birliklerini öldürmekten ibaretti. Bana doğru yaldır yaldır gelen yapay zekaları kurşuna dizmekten başka bir şey yapmadım. Sıfır tolerans da çabası. Price ya da başka biri görevi veriyor, bende onların dediklerini harfiyen yapmak zorunda kalıyorum. En küçük bir sapmada önceki kayıt noktasına geri dönüyorum. 6-8 saat arası değişen senaryolarda hiçbir zaman çatışmalara özgür bir şekilde yaklaşamadım, daha doğrusu oyun buna izin vermedi.
Düşmanların yapay zekasına epey laf ettiğim doğrudur ama hak ediyor. Zorluğu arttırmak doğru seçim gibi gözükse de olay göz boyamaktan ibaret. Easy ile Veteran arasında fark, düşmanın isabet oranı ve alınan hasarı arttırmaktan başka bir anlama gelmiyor. Bu gözler F.E.A.R.’ın düşmanlarını gördüğüne göre tatmin etmemesi gayet açıklanabilir bir durum.
Şimdi diyeceksiniz ki diğer oyunlarda da aynı şey yok mu? Var! Sorun da bu zaten. CoD’un formülü bu kadar tutunca, başta EA FPS’leri olmak üzere tüm FPS’ler CoD’a benzemeye başladı. 6-8 saatlik güdük senaryolar ve prestij sistemine sahip çoklu oyuncu modlarından söz ediyorum. Battlefield gibi, büyük savaş alanlarında geçen, tam anlamıyla çoklu oyuncu odaklı bir oyunda tek kişilik senaryonun işi ne? Yapsınlar, kim istemez şöyle güzel bir hikaye dinlemek. Ama iş, CoD’a rakip olmak için yapılıyor ve bunu her santimiyle hissettiriyorsa benim gibi bir çok oyuncunun sinirleniyor. (Dipnot olarak: Battlefield 3 oyununda 500 saat geçirdim ve senaryoyu hatırlamıyorum.)
Grafik Cod’un çok tartışılan başka bir yönü. Bu günlerde CoD’un yaşlı grafik modu sürekli olarak Frostbite 2 ile karşılaştırılıyor. Birkaç paragraf önce CoD serisinin tamamen konsol odaklı olduğunu söylemiştim. Yani, oyun PC’de bir satıyorsa, konsolda on satıyor. Battlefield ise bir PC oyunu (Her ne kadar konsolda daha çok satıyor olsa da.) Yani, eğer yeni grafikli CoD oyunu bekliyorsanız, yeni konsollara kadar gerçekleşmeyecek bir şey olduğunu söylerim size.
Beni rahatsız eden çok fazla yönü olsa da CoD serisini çok seviyorum. Bunun sebebi ise benim Call of Duty’i yıllık bir eğlence, bir festival olarak görmem. Her sene aşağı yukarı neyle karşılaşacağı bilsem de ilgimi ve heyecanımı yüksek tutmayı başarıyor. Lakin, 2012 için ise herkes başka bir heyecanı yaşıyor. Çünkü CoD uzun zaman sonra farklı bir yolu seçiyor. Bir sene önce CoD’da seçimler olacak deselerdi, kimse inanmazdı ama Black Ops II büyük yenilikler ve vaatlerle geliyor. Bekleyip göreceğiz.
Şu aralar epey gündemde olan ve sürekli tartışılan ‘gelecek’ meselesine gelecek olursak: Cod fanları tamamen ikiye ayrılmış durumdalar. Bir taraf, gelecek atmosferini, CoD ruhuna aykırı, saçma bir fikir olarak görüyor. Diğer grup ise gelecekte geçen bir CoD oyununun, seriye yepyeni bir yön vereceğini düşünüyor. Ben, CoD: Black Ops II’den, Assassin’s Creed ve Deux Ex’e bile taş çıkartacak bir komplo senaryosu bekliyorum. İlk oyunla bunu fazlasıyla kanıtladılar. Bana göre oyun dünyasının en iyi senaryolarından birine sahipti ilk Black Ops. Şu robot olaylarına da pek takılmamak gerek. Sonuçta bundan on-on beş yıl sonra gayet gerçekleştirilebilecek şeyler ki çoğu araç gerçek modellerden esinlenilerek oyuna dahil edildi.
Şimdi söyleyeceğim şey tamamen benim teorim ve hiçbir dayanağı yok. Black Ops II’nin üzerine bu denli düşülmesinin, oyun yapımcılarının bile serinin son üyesini diğerleriyle karşılaştırmaktan kaçınmasının nedeni, Black Ops II ile Call of Duty macerasının sonlanacağı ihtimali olabilir. Price ve ekibinin hikayesi sona erdi, bu oyunla Mason ve arkadaşlarının da serüvenleri yüksek ihtimalle bitecek. Activision bir süre önce HALO efsanesinin yaratıcısı Bungie firmasını bünyesine kattı. Eğer CoD serisi son bulursa (kulağa komik mi geliyor ne?) yeni bir FPS fenomenin doğması için Bungie’den daha iyi bir tercih olamazdı. Hadi hayırlısı!
İkinci bölümde Oyunları hedef almaya hazır olun. Görüşmek üzere