Mert yine ofiste yok ve Oyun Akademisi’ni yazma görevi yine başıma düştü. Olsun sevgili okurlar, en samimi köşelerimizden birinde yazmak, benim için gerçek bir zevk. Bu yüzden bugün sizlere küçük bir Adventure ve yarış oyunu maceramı anlatmak istiyorum.
İnanın yılı veya tarihi hatırlamıyorum. Ancak 1997’den sonra olduğu bir gerçek. Çünkü Curse of Monkey Island oynamıştım ve aradan geçen 16 yılda bunu unutmuş olmam doğal. O dönem bilgisayar oyunlarının artık doğru düzgün CD’lerle sunulmaya başladığı zamanlardı. Maalesef korsan olarak satılan oyunlar, piyasanın hakimiydi. Atari kasetlerindeki gelenek olan 99999 in 1 mantığıyla çeşitli CD’ler hazırlanıp, Rusya vb. ülkelerden gelip ülkemizde saıtılırdı. Benim de bu mantıkla almış olduğum birçok CD mevcuttu. İşte bunlardan biri de içinde GTA ve Curse of Monkey Island’da dahil olmak üzere 6 adet oyunu barındıran bir CD’ydi.
O dönemler işin tekniğinden pek de anlamazdım. Bu bilgiyi neden verdiğimi yazının ilerleyen kısımlarında anlayacaksınız. Neyse. Malum çocukluk, bakkaldan alınan cips ve kolayla birlikte bilgisayar başında geçen yaz tatili gecelerinden oluşuyordu. Ancak bu sefer aldığım cips ve kola, beni yaklaşık 5 gün boyunca idare edecekti. Her şeye hazırlıklıydım. Doğru düzgün bilmediğim İngilizce’yle, Curse of Monkey Island’ı bitirecektim.
Oyuna başladım. Sadece ses efektleri ve ambiyans sesleri bulunuyordu. Bunun dışında ara sahneler dışında herhangi bir seslendirme duyulmuyordu. Ben bir yandan oynuyor, bir yandan elimi Pringles’ın içine sokmaya çalışıyor, diğer yandan fareyi hareket ettirmeye çalışıyordum. Odam tamamen peynirli/soğanlı Pringles kokusu içerisinde, 14 inç monitör ışığında aydınlanıyordu.
Bölümleri bazen geçebiliyor, bazen adamların ne dediğini anlamıyor ve akabinde tam çözüme bakıyordum. Oyunun başlarını oldukça yavaş geçmekteydim. Ancak oynadıkça açılıyordum. Ta ki o kılıç dövüşlerine kadar…
O küçük çocuk olayın farkına varamamış, rastgele çıkan konuşma seçeneklerine basıyordu. Yağ, koku, fare üzerinde kirle birleşen cips tozunun hamursal kiri ortamı iğrenç bir hale sokmuştu ve ben 2. günün sonunda kendimi yatağa atıyordum.
Sabah benim için yeni bir günün başlangıcı değil, oyunu save ettiğim yerden devam etme vaktiydi. “Annneaaa tost yapar mısıaaan?” cümlesini söylerken bile bilgisayarın başında bekliyordum. Hayır, asosyal bir çocuk değildim. Dışarı çıkar arkadaşlarımla bol bol top oynar, bisiklete binerdim. Ancak kafaya takmıştım, Curse of Monkey Island bitmeliydi. Aynı peynirli/soğanlı Pringles’larımın olduğu gibi.
O gün kılıç dövüşünde hangi cümleye ne karşılık verileceğini tam çözümden bakarak zor da olsa sonuca ulaşmıştım. Ancak henüz her şey bitmiş değildi. Sadece tuvalet ihtiyacımı gidermek için PC’nin başından kalkıyor, ardından gerisin geri o iğrenç, rahatsız sandalyeye oturuyordum.
Bu durum 3 gün daha böyle devam etti. Nihayet oyunu bitirmiştim. Ancak oyun oynamak için dışarı çıktığımda, gözlerimin güneşe alışması vakit almıştı.
Carmageddon anıları
Çok sevdiğim bir çocukluk arkadaşım var. Cenk. Kendisiyle uzun süredir görüşemiyoruz. Ancak şimdi anlatacağım kısım hem onunla, hem de efsanevi bir yarış ya da katliam oyunuyla ilgili: Carmageddon.
Cenk bir aile dostumuzun oğlu. Küçüklükten beri genel olarak ilgi alanlarımız örtüşür. Tabi en önemli örtüşen ilgi alanımız da “atari oyunları” olmuştur. NES’te The Flintstones oynarken toplamda 88 hakka ulaşıp, son boss’u öldüremediğimizi ve hakkımızı tamamen tükettiğimizi bile hatırlıyorum. Sega Mega Drive’ın vaktinin geçtiği bir dönemde biz sanki altın hazinesi bulmuşuz gibi Mega Drive’da Road Rash bile oynamıştık. Ancak tüm bunların yanında Cenk’le yaşadığım en garip oyun hikayesi Carmageddon’dır.
Carmageddon’ı oynayanlar bilir. Oyunda bölümler 99 sayısından geriye doğru sayılarak ilerlerdi. Her bölüm birbirinden daha zor, daha karmaşıktı ve daha çetin düşmanlara sahipti. Ben sadece 1-2 bölüm oynayıp kapatıyor, insanları ezip oyunun zevkini almaktan öteye geçmiyordum.
İşte tam o sırada Cenk bizde birkaç günlüğüne kalmaya gelmişti. Tabi ben de Carmageddon’ı gösterdim buna. O an karar vermiştik. Carmageddon’ı değişerek oynayacak ve bitirecektik.
Bu sefer cipsimiz fıstıklı Tombi’ydi, ama yine yanında kola içmeyi ihmal etmiyorduk. Ne de olsa çocuktuk ve kolesterol, kalori gibi değerler umurumuzda değildi. Carmageddon’a başladık. Yarışların çoğunu eğlenmek için 1-2 defa tekrar tekrar oynuyorduk. Ancak bazı bölümler o kadar zordu ki, geçtiğimiz zaman arkamıza bakmadan bir sonraki bölüme geçiyorduk. “Şşş bak şurda şöyle bir şey yapacağım”, “Bırak bırak ben geçeyim”lerle devam eden 3 günün ardından Carmageddon bitmişti.
Artık biraz uyumak ve ertesi gün top oynamak için dışarı çıkma zamanıydı.
Not: Oyunda seslendirme olmamasının sebebi, tek bir CD içerisine 6 oyun sığdıranların, oyunların “seslendirme” gibi “gereksiz” kısımlarını kesip yerden tasarruf etme çabasıydı.