Kafası tüm dünyadaki diğer insanlardan çok daha farklı çalışan insanlar vardı yıllar önce. O güzel insanlar o güzel atlara binip gitmek yerine bundan tam 25 yıl önce Lucasfilm Games bünyesinde bir araya toplanmışlardı. Evrendeki sayısız kuantum parçacığının bazılarının birbirine çarpması, bugüne kadar yazılmış en güzel oyunlara sebep oldu. Macera oyunları türünün altın çağında, Commodore 64 döneminde bir oyun yapmıştı bu dahiler. Maniac Mansion. Grafikleri inanılmazdı, ara videoları inanılmazdı, devrimsel arayüzü bir türü baştan tanımlamıştı. Ama hepsi bir yana, oyunun metinlerini ve mizah anlayışını hangi oyuna koyarsanız koyun onu ihya edecek kadar iyiydi. Öyle ki, Maniac Mansion’dan sonra aynı ekip tarafından üç yıl sonra yapılan The Secret Of Monkey Island selefini de geride bırakıp tarihin en iyi macera oyunu olarak adını yazdırmıştı onlarca derginin sayfasına.
O günlerden bugüne dek geçen 20 yılda oyun sektörü tahmin edilemeyecek şekilde değişti. Teknolojik ivmelenmeyle beraber oyunların içeriğinin kalitesinin önemi yerini çok uzun bir süre grafiklerin önemine bıraktı, bölüm tasarımları bambaşka noktalara ilerledi. Öyle ki, oyuncuların da isteği bu yönde oldu her zaman. Ama bu ekip günümüze kadar oyun yapmaya devam etti. Fakat bu süreç içinde çıkan hiçbir oyunları Maniac Mansion ve Monkey Island’ın etkisini yapamadı. Oyunlar kötü değildi, otoritelerden her zaman yüksek notlar aldılar; ama niş bir kitleyle kısılı kaldılar. Kim unutabilirdi ki Grim Fandango’nun son sahnesini?
Ron Gilbert ve Tim Schafer, LucasArts’tan ayrıldıktan sonra Double Fine firmasını kurup bugüne dek Psychonauts, Brütal Legend, DeathSpank başta olmak üzere bir çok başarılı oyuna imza attı. Ama ne yazık ki ticari olarak beklenilen başarıya asla ulaşamadılar. Herkesin çok sevdiği ama kimsenin alıp da oynamadığı oyun olarak kaldılar her zaman. İster pazarlama hataları deyin, ister oyun sektörünün değişimine bağlayın ama bu ikilinin oyunları her zaman 25 yıl önceki o ruhu devam ettirdi. Tabi Kinect Party gibi ticari amaçla yaptıkları oyunları saymıyorum.
Disney, LucasFilm’i satın aldığında Ron Gilbert’ın attığı tweet’i içimi oldukça burkmuştu: “Sizde bana ait olan bir şey var onu mahvetmenizi istemiyorum. Param yok ama onu sizden geri almak istiyorum.” Monkey Island başta olmak üzere isim hakkı Lucas’ta olan tüm oyunlarından bahsediyordu, yani oyun tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı oyunlarından bir kaçı. Ama neyse ki Double Fine firması adı altında yaptıkları oyunlar Disney’e giden oyunlar değildi. Ve işin sevindirici bir yanı vardı: Ron Gilbert ve Tim Schafer’in yeni oyunu The Cave’in çıkmasına bir kaç ay vardı.
The Cave, Telltale Games tarafından tekrar hayata döndürülen Monkey Island’ın yeniden yapımından beri, o tasarım kalitesine en çok yaklaşan oyun olmuş. Mekanikler açısından değil kesinlikle, incelemenin ilerleyen paragraflarında oyunun mekaniklerine yahşi yerden sert vuracağım. Ama konsept ve metinler açısından bakarsak, 32 diş gülerek oynuyorsunuz oyunu. Huyu da güzel, kendi de güzel, munis, tatlı.
Oyuna başladığınız anda anlatıcı konuşmaya başlıyor ve size hikayenin nasıl başladığını anlatıyor. Kamera yavaş yavaş aşağı indikçe konuşan anlatıcının, oyunun baş karakteri olduğunu anlıyorsunuz, mağaranın ta kendisi. Evet, oyunda kontrol ettiğimiz yedi karakter değil protoganistimiz, oyunun geçtiği mekan. Bu oyun tasarımı kararı, daha ilk dakikadan sizi oyunun içine çekiyor çünkü mağaranın yaşayan bir varlık olduğu farkındalığı sizi atmosferle bütünleştiriyor. İçine girdiğiniz zihin durumu da bölüm tasarımlarına daha geniş bir spektrumdan bakmanızı sağlıyor ve aslında zor olabilecek bulmacaları oldukça kolaylaştırıyor. Normalde önem vermeyeceğiniz noktaların, bulmacaları çözmedeki en önemli noktalar olduğunu size enjekte ediyor.
Yaşayan bu mağarada anlatılan hikayede yedi kahraman bulunuyor ve bunlardan üç tanesini seçerek oyuna başlıyoruz. Yedi kahraman her birinin farklı bir gücü var ve bu da farklı oyun dinamikleri anlamına geliyor. Şövalyemiz kısa bir süreliğine hasar almaz hale geliyorken, Keşiş karakteri zihin gücüyle ulaşılamaz objeleri duvarların arkasından elde edebiliyor, Zaman Yolcusu duvarların ardına ışınlanabiliyorken, Maceracı ablamız Indiana Jones gibi tutunabileceği yerlere ip atarak büyük uçurumlardan zıplayabiliyor. Burada önemli olan nokta, seçeceğiniz üç kahramanın güçlerinin varyasyonlarını nasıl kullanacağınız. Çoğu zaman her kahraman her bulmacayı çözebiliyor olsa da, her kahramanın kendine has hikaye bölümleri var ve oralara sadece onlarla girebiliyorsunuz. İşte bu noktada oyunun hem artısı hem de eksisi olan bir oyun mekaniği ortaya çıkıyor.
Oyunun içeriğinin yüzde yüzünü görmek için her karakterle oynamalısınız anlamına geliyor, bu da oyunu tekrar tekrar oynanabilir kılıyor. Yedi kahraman olduğunu düşünürsek en az üç iterasyonda oyunun içeriğinin tamamını görebiliyorsunuz. Fakat gelin görün ki, ortak hikaye alanları yeterince uzun olduğu için, oyunu 100% bitirmek gibi bir derdiniz varsa aynı şeyi üç kere oynayacaksınız demek oluyor bu. Çoğu oyuncu ana hikayeyi oynayıp bırakmak isteyebilir, ama unutmamak lazım ki bu bir Double Fine oyunu ve senaryodaki her satır birbirinden güzel ve eğlenceli. Vaktiniz varsa ve sıkılmayacaksanız her kahramanın hikaye bölümleri için oyunu tekrar tekrar oynamalısınız. İlk seferinde oyunu bitirmek benim yaklaşık 4-5 saatimi aldı, sonraki iterasyonda ise bulmacaları bildiğim için üç saat sürdü.
Fakat tekrar oynanabilirlik büyük bir artı iken, üç karakterin aynı anda hareket etmiyor oluşu ve üç kişilik ekipten tek birini kontrol ettiğinizi düşündüğünüzde, kısa vadede de aynı yollardan üç kere geçmeniz gerekiyor. Neyse ki çoğu bulmaca için zaten her halukarda en az iki karakteri belli noktalarda kullanmanız gerektiği için bu kısa vadeli aynı yoldan geçme tekrarı çok sırıtmıyor ama eğer ikinci bir iterasyonu oynayacaksanız bu durumdan baymanız mümkün.
Son iki paragrafta saydığım bu durumlar aslında sizin ne tür bir oyuncu olduğunuza göre değişir. Eğer oyunları “bitirmek” için oynamıyorsanız, Double Fine ekibinin yazdığı her nokta size ilaç gibi gelecek ve sıkmayacak. Açıkçası ben, oyunlar konusunda eski kafalı bir adam olduğum için bu durumdan hiç rahatsız olmadım. Cümlelerdeki kıvraklık, hikayedeki espriler, mizah anlayışı, mağaranın size söylediği sözler ve kahramanlarla dalga geçişi “kedi canını senin” dedirtiyor Ron Gilbert’a. Sırf ben değil, oyunu oynarken yanımda izleyen herkes oyundan zevk aldı. Öyle ki, ekrana iki saniye bakan ofis ahalisi üyeleri bile “aa ne güzelmiş, hangi oyun bu” diye sordu. Bu da oyunun grafik sunumunun ne kadar başarılı olduğunu anlatıyor.
Animasyonlar oldukça samimi. Samimi diyorum çünkü şirin dersem tam olarak aynı anlama gelmeyecek. Şirin olması hedeflenen oyunlarda bile böylesine güzel animasyonlar ve karakter tasarımları ve görsel tasarım göremiyoruz. Özellikle etraftaki eşyalarla etkileşime giremediğimiz durumlarda kahramanların ekrana dönüp “ben bunu yapamıyom ki :(” tepkileri çok güzel. Tabi o eşyaların isimlerinin eğlenceli isimleri de gülücüğe gülücük katıyor. Karakter tasarımları da her Double Fine oyununda olduğu gibi kendine münhasır güzellikte.
Son zamanlarda daha masum, daha samimi bir oyun oynadığımı hatırlamıyorum. Oyunun sadece 15$ olduğunu düşünürseniz, parasının hakkını tam tamına veriyor The Cave. Eğer sükunet içinde, o aksiyon senin bu aksiyon senin diye koşturmayıp, kıvrak zekalı ve eğlenceli bir maceraya atılmak istiyorsanız The Cave ilaç gibi gelecek.