Oyun İncelemeleri

The Evil Within

Karanlık korkusu, yükseklik korkusu, yaratık korkusu ve öcü korkusu gibi insanı dolaba kapanıp çıkmamak üzere oraya kilitleyebilecek her türlü olaya karşı inanılmaz hassas bir bünyeye sahibim. Ben korkak bir oyuncuyum arkadaşlar, net. Bununla gurur duymuyorum ama rahatsız olduğumu da söyleyemem. Korkmak iyidir, özellikle bilinmeyene olan korku, tüm bu tırsmalarımın odak noktasını oluşturur.

Hayatının ilk yirmi yılını evin içinde ışıklar kapalıysa yorgan altında bekleyerek geçirmiş bir insanım. Susadığı zaman ışıklar arasında hızla koşan ve geri dönerken hiçbirini kapatmayıp huzura eren bir kişiliğim.

Yıllarca, karanlıkta sandalye üzerinde duran kazağı hortlak, hayalet ve bin bir türlü musibet sandığım da doğrudur. Resident Evil oynarken gamepad’i televizyona fırlatan, Doom 3’te el feneri ve silahın ayrı olduğunu görünce oyunu kapatan ve yine de bundan gocunmayan biriyim. Bana ne, aynı yere koysalarmış, değil mi?

Bundan sadece iki sene önce Dead Space oynarken evden kaçtığım ise tamamen uydurmadır, aksini söyleyenlere itibar etmeyiniz.

Benim bir korku oyununu bitirebilmem yanımdaki insan sayısı ve ışık seviyesine göre tamamen değişkenlik gösteriyor. Zamanında F.E.A.R’ı arkadaşımla yan yana oturup oynayarak bitirebilmiştim. Hatta oyuna girmeden önce arayıp eve geldi mi diye kontrol filan ediyordum. Yoksa mümkün değil oynamazdım.

Peki, tek başına kalmaktan bile korkan, korku oyunlarını aydınlıkta deneyimlemeyi tercih eden biri nasıl olurda kendini Evil Within için ofise kitler?

Mazoşist olduğum sadece bir söylentidir.

Sanırsam doğru cevap Dark Souls 2. Ömrüm boyunca ben öyle bir gerilim yaşamadım. Bilinmeyene duyulan korkunun piksellere dönüşmüş haliydi From Software’ın Souls serisi. Aslen bir korku oyunu değil, Aksiyon/RPG türündeydi ama öylesine tedirgin ediciydi ki yaşadığım tek bir saniyeyi bile unutamıyorum.

The Gutter’a girdiğimde oyunu bırakmıştım, o derece. Fakat merak duygusu ağır bastı ve tüm korkularıma rağmen karanlığın içine daldım. Kararanlık derken gayet ciddiyim, meşale olmadan The Gutter siyah ekrandan oluşuyor.

Elbette karanlığın sonunda ışığı gördüğümü söyleyemeyeceğim, daha fazla karanlıktan başka bir şey yoktu çünkü. Bazen karanlık yolcunuzla barışmanız ve kontrol altına almanız gerekir ya, öyle bir durum. (Gönderme de yaparmış, bak bak!)

Evil Within için kendimi ofise kapatmam işte tam olarak böyle bir olay. Karanlığı kabullenip meydan okumak kolay iş değildir. Hala “Abartma len!” diyenleriniz varsa, onları aşağıdaki videoya alayım. Durumun vahametini kendi gözlerinizle görün.

İyi ki öyle yapmışım. Kesinlikle ama kesinlikle Evil Within ile geçirdiğim ilk otuz dakika unutulmaz bir anı oldu benim için. Otuz dakikalık gerilim, otuz dakikalık korku ve otuz dakikalık çaresizlik.

Sonra mı? Pompalı elimde, kapıları tekmelemeye başladım… Öyle de ayarsızım!

Türler arası kardeşliğin bu kadarına pes doğrusu

The Evil Within tecrübem kesin olarak ikiye ayrılıyor: İlk otuz dakika ve sonrası. Oyunun başında –kendime oluşturduğum oyun ortamının da katkısıyla-  nabzım bir an olsun düzelmedi, hatta kalpten gidiyorum sandım.

Çaresizlik ve kırılganlık formülünün bu tarz oyunlar için ne kadar doğru bir tercih olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Elimizdeki tek seçenek uzaklaşmak olunca uzaktan gelen elektrikli testerenin gürültüsü insanı kendinden geçirebiliyor.

Genel olarak oyunlar çıkmadan önce “Gameplay” videolarından uzak dururum. Son dönemlerde firmalarının oyunlarını pazarlama uğruna neredeyse tamamını gözler önüne sermesi ve gereksiz bir heyecan yaratmasını doğru bulmuyorum. Bilmemek ve ilk deneyimin tadını almaktan daha güzel bir şey yok.

İlk fragmanından beri özel bir ilgi duyduğum The Evil Within’in her türlü oynanış bilgisinden özellikle uzak durdum. Kusura bakmayın ama Bethesda yazıyor orada, Shinji Mikami yazıyor orada. Daha ne isteyeyim?

Korku oyunları denince kesinlikle akla ilk gelen isim olan Mikami’nin Resident Evil 4’ten sonra ilk büyük projesi oldu The Evil Within. Beklentimizin ne kadar büyük olduğunu tahmin edebilirsiniz. İşte en büyük sorun da burada: beklenti. Çıkan onca oyundan sonra 2014’ü yılı “Beklenilenlerin altında kalanlar yılı” diye değiştirsek kimse itiraz etmez sanırım.

The Evil Within’i de beklenilenin altında listesine alabilir miyiz?

Bu, ne tür bir oyun beklediğinize göre değişir. Eğer beklediğiniz sağlam bir korku oyunuysa, o ilk dakikalarla yetinip oyunu kapatın. Eğer beklediğiniz bir gizlenme/aksiyon oyunuysa aranan kan bulundu.

Fakat iki olası seçeneğe rağmen bir gerçek değişmiyor: “Sevgili Mikami, neden on yıl önce yaptığın oyunun aynısı yaptın?”

Krimson Şehri, Acil durum çağrısı

Gelen çağrıya cevap veren ve olay yeri araştırması için ekibiyle teşrif eden tecrübeli dedektif Sebastian Castellanos birkaç dakika sonrasında neler yaşayacağının farkında bile değildir. İşte The Evil Within’in en büyük olayı burada yaşanıyor, hikayeye öylesine hızlı bir giriş yapıyor ki resmen kendinizden geçiyorsunuz.

Hemen girişte bulduğumuz doktor bize Ruvik denilen bir hasta/denekten bahsediyor ve bir şeyler çıkar umuduyla kamera kayıtlarına bakıyoruz. Ödülümüzse ayak bileklerimizden tavana asılmak oluyor.

Oyunun ilerleyen aşamalarındaysa, Ruvik’in hastalıklı doğaüstü güçlerinin eşliğinde Krimson City’nin çarpıcı değişimine tanık oluyoruz. Anlıyoruz ki lanetli bir kasabadan daha güzel olan birçok şey vardır.

Haliyle, kasaba orasından burasından dikenli tel geçen, ölüden farksız düşmanlarla dolup taşıyor.

Durum şu ki, atmosferden tutun düşman tiplerine her şey o kadar çok Resident Evil 4’e benziyor ki durumdan rahatsız olmaya başlıyorsunuz. Üstelik korku oyunlarının değişmezi olan “av” olma tedirginliği yerini “avcılığa” bırakıyor.

The Evil Within’in beklide en büyük çuvallaması işte tam burada yaşanıyor. Tıpkı bir Stealth/Action oyununda olduğu gibi açılan bölgedeki düşmanları öldürmeye çalışıyorsunuz. Zombivari arkadaşlara arkadan yaklaşıp gizlice öldürüyor, onların cesetlerini yakıyor ve fark edilince daha fazla düşmanla kapışmak zorunda bırakılıyorsunuz.

Oyunun açılışında ne kadar çok korktuysam, ilerleyen bölümlerde aynı derecede rahat ve kaygısız oynadım. ilerleyiş kademe kademe olduğu için bölüm içerisinde dolanıp, gizlilik sayesinde düşmanları avlayabiliyoruz.

Genel olarak kapıyı açmak, yolu temizlemek, bulaşıkları yıkamak gibi basit bir amacımız oluyor ve bu amaç için çevreyi araştırıyoruz. Korku unsuru kesinlikle oyunun geneline yansımıyor ve ara sıra gelen script sahnelere dönüşüyor.

Bu kesinlikle önemli bir sorun. En yakın örnek olarak The Last of Us’ı gösterebiliriz. Korku oyunu değildi ama hayatta kalma öğelerini başarıyla oyuna yedirmesi sayesinde, kendimizi güçsüz ve kırılgan hissediyduk. Böylece etrafta gezinirken sürekli tedirginlik yaşıyorduk.

The Evil Within oynarken böyle bir durum söz konusu değil. Hayatta kalma unsurlarının oyunun temel taşlarından birisi olduğu söylense de oyun içerisinde böyle bir şeyi genellikle yaşamıyoruz. Eğer araştırmayı seven bir oyuncuysanız silahlarınız hep dolu oluyor. Üstelik envantere girdiğinizde rahatlıkla istediklerinizi yapabiliyorsunuz çünkü oyun bu sırada neredeyse tamamen duruyor.

Ben düşman grubu arasında kaldığım birçok vaziyette hiç acele etmeden envanterime girdim, en uygun crossbow okunu hazırladım ve cephane durumumu değerlendirdim. Sonra yetmedi oyunu bir kez daha durdurup sağlığımı yeniledim. İşte benim gizlilik/aksiyon oyunu tezimi en çok destekleyen yönlerden birisi envanter ekranı oluyor.

Daha üçüncü bölümde bir eve girince alt katta pompalı tüfeği, üst katta crossbow’u bulunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bir anda ölüm makinesine dönüşmek The Evil Within evreninde işten bile değil. Zaten oyun boyunca sizi en çok korkutacak oynanış olayı yüksek ihtimalle yerdeki tuzaklar olacaktır. Gerçi bir süre sonra onlara da alışıyor insan.

Düşmandan kaçacağınız yerler zaten script olarak hazırlanmış bölümler olacak. Aynı giriş bölümü gibi, eğer bir düşman size tek atıyor ve kafanızı ikiye ayırıyorsa -basitçe- kaçmanız gerekiyor. Böyle bir duruma düştüğünüzde acaba nasıl yenerim derdine düşmeyin, kaçın ve ardı ardına hazırlanmış sahnelerin tadını çıkartın. Boss’lar da aynı şekilde yakınına gittiğinizde size bir vahşet kombosu yapacağı için çok yaklaşmadan dövüşmek gerekiyor. Zaten oyun sırasında sadece boss dövüşlerinde cehpane sıkıntısı yaşayacaksınız.

Bunun dışında yine çevreyi araştırarak ya da düşmanları öldürerek elde ettiğiniz puanlar sayesinde dedektifimizin özelliklerini geliştirebiliyor. Üç ana başlık altında toplanan bu geliştirmeler bize bariz avantajlar sağlıyor.

İlk bölümde canımızı yükseltmek, koşma süremizi uzatmak gibi fiziksel gelişimi sağlayan özellikler yer alıyor. İkinci bölüm silahlarla ilgili; daha iyi nişan alma, mermilere yanıcı etki kazandırma özellikleri silahlar menüsünde bulunuyor. Son bölümse envanterinizi geliştirmenize, daha çok can paketi ve bomba taşımanıza olanak sağlıyor.

Bu geliştirmeleri öylesine istediğiniz zaman yapamıyorsunuz. Bulunduğunuz bölümde özel bir ayna bulunuyor ve buraya geldiğinizde güvenli bölgeye girip istediğiniz özellikleri geliştiriyorsunuz. Ayrıca güvenli bölgede kayıt alabileceğinizi de hatırlatırım, dışarı çıktığınızda kayıt otomatik olarak gerçekleştiriliyor.

Attığını vurmak kavramı

Oyunu şu noktaya kadar genellikle eleştirir gibi görünüyorum. The Evil Within hazırlanış amacının dışına çıkmış olsa da çok iyi yaptığı işler var.

Öncelikle oynanış gerçekten sizi tatmin edecek. Gizlenme mekanikleri oldukça başarılı bir biçimde oyuna aktarılmış. Düşmanın fark etme eşiğine yaklaştığınızda yukarıda bir göz beliriyor ve fark edilmemeye çalışıyorsunuz. Eğer göz tamamen açılırsa geçmiş olsun, çünkü silahınıza sarılma vakti gelmiş oluyor.

Etrafta gördüğünüz boş şişeleri kullanarak onların dikkatini çekebilir hatta tuzaklara balıklama atlamalarına sebep olabilirsiniz. Silaha davrandığınızdaysa zaten harika bir vuruş hissiyle doyuma ulaşacaksınız. Ne kadar düşman öldürürseniz öldürün, o his bir an için bile kaybolmayacak.

Oluşan hasardan tutun, merminize verdikleri beden tepkimelerine kadar bütün detaylar incelikle işlenmiş durumda.  


Detay demişken…

idTech 5 ortaya çıktığından beri en çok eleştiren kişilerin başında oldum. Geç gelen kaplamalar, korkunç grafik hataları, yüksek sistem ihtiyaçlarını karşılamayan görsellik ve oyunun boyutunu gereksiz cigolaytlara çekmesi nedeniyle halen de eleştiriyorum.

Sanırsam bu oyun motoruyla başka bir yapım daha gelmeyecek. The Evil Within’deyse ilginç bir biçimde idTech 5’in en stabil halini görüyoruz. Yapımcıların bu konuda verdiği sözleri tuttuğunu görmek beni inanılmaz sevindirdi.

Özellikle ışıklandırma konusunda enfes bir iş çıkartılmış. Işığın yansıdığı yüzeye göre dağılım göstermesi, geçişlerin yumuşak olması, The Evil Within’in atmosferini çepeçevre sarıyor. Grafiklerin noir havası bununla birleşince gerçekten tadına doyum olmuyor.

Oyun vahşeti monitörlerinize hiçbir kısıtlama olmadan sokuyor. Tango Gameworks’ün bu konuda hiçbir sakıncası yok, hatta tüm zamanların en kanlı oyunlarından birini oynayacağınıza emin olun. Kan ve vahşet söz konusu olduğunda The Evil Within’le yarışabilecek çok fazla yapım bulunmuyor.

Asıl çarpıcı olansa oyunun görselliğinin size bunu oldukça rahatsız edici bir biçimde veriyor oluşu. Grafiklerin güzel olmasının, gerçekçi görünmekte değil, yapımın amacına doğru bir şekilde hizmet etmesinde yattığının en güzel örneklerinden birisi The Evil Within.

Yine idTech 5’e özgü o harika hatalar da göz tırmalamasa iyi olurdu. Özellikle bazı kaplamalarının sanki 2000 yılında gibi görünmesi, içinden geçilen molozlar sizi fena halde rahatsız edebilir.

Çok konuşulan 30fps sorunuysa basit bir konsol komutuyla 60 ve üzerine rahatlıkla çıkabiliyor. Eğer sisteminize güveniyorsanız ayarları sona seviyeye getirip akıcı oynanışın keyfini sürebilirsiniz.

Sesler konusunda da oyun gerçekten harika iş çıkartıyor. Kritik noktalar haricinde çok fazla müzik duymuyorsunuz ama buna ihtiyacınız da olmuyor. Genel seslerin keskinliği, tedirgin edici etkisi ve kalitesi The Evil Within’in hanesine yıldızlı pek iyi olarak yazılıyor. Üstelik Dexter dizisinden Debra Morgan rolüyle tanıdığımız Jennifer Carpenter seslendirme kadrosunda hemen göze çarpıyor.

The Evil Within ve ikilem teorisi

Tüm bu yazdıklarımın ışığında oyunu değerlendirirken genel kitlenin durumuna ben de düşüyorum. The Evil Within gerçekten çok güzel bir oyun. Harika atmosferi, yaratıcı düşman yelpazesi ve akıcı oynanış mekanikleri sizi kendine bağlıyor.

Akıcı oynanış mekanikleri mi? Ne? İşte aradığım cevap bu! The Evil Within’in korkutucu olmamasının ardında yatan en büyük sorun aslında büyük bir artı.

İşte Mikami ve ekibinin en büyük hatası bu sevgili okur. The Evil Within, 10 yıl öncesine ait bir oyunun geri dönüşü gibi. Sadece, Resident Evil 4’ün ruhani takipçisi olmasının bedelini ödüyor. Aklınızda beliren soru işaretlerini şimdiden tahmin edebiliyorum ama 10 sene öncesinin formülünü yeniden tutturmaya çalışmak, oyun dünyasının gelişimine kayıtsız kalmak, bence kabul edilemez bir durum.

Resident Evil 4’ten kalmış bir atmosfere böylesine gelişmiş bir oynanış mekaniği gelince, korku unsuru bir anda ortadan kalkıyor. O zamanlar silahı düzgün doğrultmak bile başarıyken The Evil Within’de pompalıyla zombi avına çıkıyorsunuz.

Eğer aradığınız delicesine korkuyu yaşamak istiyorsanız, The Evil Within bir süre sonra size hayal kırıklığı yaratabilir. Ama derdiniz güzel bir oyun oynamaksa, The Evil Within derdinize derman olacak kalitede bir yapım.

Kötü filan değil, sadece oyun türünü biraz fazla şaşırmış…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu