The Hobbit
Önce Shire’lı Bilbo vardı. Mutlu ve huzurlu hobbit Bilbo. Ne de zevkli olurdu
ılık yaz günleri bahçede tütün içmek, kuşların cıvıltısına eşlik ederek. Fakat
Shire’a aniden gelen yabancıda kim ola? Uzun boylu, kara şapkalı, beyaz
sakallı… Hem de günün zevkini bahçesinde tütün tüttürerek çıkaran Bilbo’nun
bahçesine doğru giden. Ve her şeyin başlangıcı buydu. Bilbo için sessiz
günlerinin, huzurlu çay saatlerinin, Shire eğlencelerinin sonuydu aynı zamanda.
Yaşlı bir büyücü ve sürpriz bir çay partisinin ortaya bu kadar macera ve
rahatsızlık çıkaracağı kimin aklına gelirdi. Rahat Bilbo’nun mu? Hiç
sanmıyorum…
Geldi geliyor derken The Hobbit, Sierra’nın ellerinden çıktı. Bu oyunun
haberini ilk duyduğumda aklımdan yine Para kazanma amacı güdülmüş dandirik bir
LOTR kopyası olacağını düşünmüştüm. Fakat sonuç hiçte öyle olmamış. Bir kere
oyun bir platform oyununda olması gereken her şeyi size veriyor. Hoplamalar,
zıplamalar, platformlar arası gezinmeler ve zevkli kapışmalar.
Başta söyleyeyim oyunun ilk beğendiğim yanı orijinal Hobbit hikayesini hiç
bozmadan ilerlemesi. Mesela ilk bölümde Shire’dan cücelerle yola çıkmak için
hazırlık yaparken ikinci bölümde ormandaki troll’lerle hırsızlık oynuyoruz.
Zaten kitabı okumuş olanlar oyuna hiç yabancılık çekmeyecek. Durum böyle olunca
da oyunu oynayanın daha fazla tat almasını sağlıyor. Bir nevi okuduğumuz kitabı
oynuyoruz yani…
Oyun iki güzel tarzı çok iyi birleştirmiş. Birincisi klasik bir platform
oyunundaki bol hoplamalı zıplamalı ve savaşlı aksiyon-platform sahneleri. Ben
Bilbo gibi bir karakterden daha fazla hareket beklerdim. Gerçi hareketler çok
sınırlı değil ama insan Prince of Percia: Sands od Time gibi bir platform
oynadıktan sonra daha fazlasını arıyor. İkincisi ise gizlilik gerektiren
bölümler. Burada ise iyi saklanmalı; Düşmanın nöbet hareketlerini iyi izlemeli
ve Hızlı ve uygun zamanda hareket etmeyi iyi ayarlamanız lazım. Yoksa
yakalanıyor ve en son kayıt yerinden başlamak zorunda kalıyorsunuz.
Görev sistemi başlarda ek görevli filan ilerliyor gibi gözükse de (ilk
bölümler hep aldatıcı olur zaten) işin aslı öyle değil. Bölümün başında verilen
görevi yapmak için çabalıyoruz tüm bölüm boyunca. Arada ortaya çıkan görevleri
ek görev gibi gözükse de aslında ana göreve bağlı olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü
bu yan görevleri yapmadığımız zaman ilerleyemiyoruz. Hem sona ulaşmak için
farklı bir yolumuzda yok. Koş bak orda anahtar var, onu al gel, aman alırken
şurdan zıplada düşüp ölme şeklinde biraz sıkıcı bir şekilde ilerleyebiliyor.
Oyunda özgür bir kayıt sistemi yok. Oyunu orada burada bulduğunuz küçük
çeşmelerden kayıt edebiliyorsunuz. Ve bu çeşmelerin çoğu zaman pek mantıklı
yerleştirildikleri söylenemez. Savaş ise daha güzel. Başta elimizde sadece bir
sopa varken ilerledikçe taş, kılıç gibi silahlar alabileceğiz. Ayrıca oyunda
özellikle taş atmayı kolaylaştırmak için ‘F’ tuşuna basılarak FPS görüşüne
geçmek mümkün. Savaş kısmında hareketler pek parlak değil. Bir iki basit
hareket, bir zıplayarak vurma hareketi. Hepsi bu kadar. Düşmanlarımız olarak ise
kurtlar, goblinler, örümcekler, kaya devleri (?) gibi arkadaşlar oyun boyunca
bizi alaşım etmek (nası yani?) için uğraşıp duruyorlar. Arada sırada da hoş
(nahoş) bosslar çıkmıyor değil hani. Birde envanterimiz var. Burada yaraları
iyileştiren Health Potion, zehirleri yokeden Antidote, taş gibi bir sürü abik
gubik malzemeleri taşıyoruz. Oyun boyunca topladığımız gümüşlüklerle bölüm
sonunda bu malzemeleri satın alıyoruz. Can sistemi ise biraz değişik çalışıyor.
Ekranın sol üst köşesindeki mavi bar (cesaret barı) altındaki toplar bizim
canımız. Oyun sırasında etraftan bulduğumuz, düşman öldürünce veya bir görevi
tamamlayınca ortaya çıkan elmasları topladıkça yukarıda cesaret barı yavaş yavaş
dolmaya başlıyor. Full dolduğunda ise bir can topu daha verip yeniden
başlıyorsunuz. Böyle böyle başlarda 3-4 tane olan can toplarınız bir kaç bölüm
sonra 10’lara vurabiliyor. Bu da aman aman canımız oluyor demek. Başka bir
deyişle iki kılıç darbesiyle hemen yere yatmıyoruz.
Oyun boyunca yol üstünde bir dolu sandık bulacaksınız. Bunların kimisi
kilitli. Açmak için ise küçük oyunlar oynuyorsunuz. Çıkan ekranda yukarıda çark
sona ulaşmadan aşağıdaki kilitleri çözmeniz lazım. Bunu ise yeşil renk ortaya
çıktığında veya yeşil rengi tutturduğumuzda yapabiliyorsunuz. Oyun yapıcıları
yeşili çok seviyor zaten. Her yer yeşil oyunda. Tabi kimi sandıklarda tuzaklı
bunlar ise en ufak yanlışta tuzağı harekete geçiriyor ve cort diye 2 canını
alıveriyor sevgili hobbitimizin…
Oyunun grafikleri yok. Yani pek yok. Zamanımızın biraz gerisinde kalıyor
grafikler. Gerçi böyle bir oyunda onun farkına da varmıyorsunuz. Çünkü mekan
tasarımları çok başarılı. Hele bir goblin madenleri var ki sormayın. Her yerde
çarklar, değirmenler, madencilik rayları,trenleri falan. Deli ayrıntılı bir
mekan. Adamlar bayağı kasmışlardır orayı yapabilmek için. Belli… Sesler de pek
iç açıcı sayılmaz ama ambiyanslar fena değil. Müzikler çok güzel fakat bariz Age
of Mythology kopyası diyesi geliyor insanın.
Oynanış çok zor değil ama ara sıra kamera saçmalıyor ve platformlar arası
zıplarken düşebiliyoruz. Bunun dışında oyun kendisi bazen gereksiz derecede
zorlaşabiliyor (ki buda The Hobbit için çocuk oyunu yorumu yapanlara bende yama
olsun. Ahada…).
Yazıyı sonlandırırken şunuda eklemek istiyorum. Oyun belki çok kaliteli
olmayabilir ama eğlendirici olduğu kesin ve ben sırf bu neden için bir oyunu
alırım. En azından Smaug’un gözünün önünden kupa yürütme görevi veya mirkwood’da
örümcek doğramak için bile oynamaya değer.