(It is better to be alone than in bad company)
-George Washington
2007’de başlayan Assassin’s Creed dizisi biz oyuncuların hayatına Jade Raymond’dan başka daha farklı şeyler de kattı. Belki eski oyunlarla benzerlikleri vardı, belki kötü yanları ama her zaman için Assassin’s Creed denildiğinde insan şöyle durup bir düşünür olmuştu.
İlk önce günümüzde (daha doğrusu 2007’deki günümüzde) Desmond Miles’ı tanıdık. Sıradan bir barmendi Desmond. İşini seven, eğlenen, olayları kafasına fazla takmayan genç bir adam. Ardından Abstergo’yu tanıdık. Dünyanın kontrolünü ele geçirmeye çalışan, Animus adından devrimsel bir teknolojiye sahip olan, gizli işlerin içinde, güçlü bir şirket. Bu ikisinin bir araya gelmesi ile Altair karşımıza çıktı. Başlarda asabi ve sabırsız, sadece görevine ve başarıya odaklanıp bu uğurda verdiği ek hasarlara gözünü kapayan ancak zamanla öğrendikleri ve yaşadıklarından ders çıkartarak bilgeleşen bir katil. Ondan sonra Ezio geldi…
Ezio farklıydı. Onun doğumuna şahit olduk. Yeni doğmuş bir halde o ufacık ellerini ve ayaklarını hareket ettirdik onun. Sonra genç ve çapkın bir delikanlıyken, her genç ve çapkın delikanlı gibi, girdiği aşk meşk işlerine yardım ettik. Bu zaman boyunca kavgalardan da kaçmadık. Kardeşimiz ile çatılarda yarıştık. Sonra herşey bir anda altüst oldu. Ezio’nun erkek kardeşleri ve babasının ihanete uğradığına ve asıldığına şahit olduk. Annesinin şok geçirerek ömür boyu sessizleştiğine, amcasının Cesare Borgia tarafından katledilmesine, Caterina Sforza ile aşkına, koskoca Papa Rodrigo Borgia’yı öldürmesine.
Ülkemize, şehrimiz İstanbul’u ziyaretine şahit olduk. Genç şehzade Süleyman’a yardımına, babası Sultan Selim’e -anlık da olsa- kafa tutmasına şahit olduk ve her insanoğlu gibi bu dünyadan göçüp gitmesine. Ezio’yu biz büyüttük, biz eğittik. Onun aşkı bizim aşkımızdı, intikamı bizim intikamımız, kaderi bizim kaderimizdi. Hatta elindeki kan bile bizim elimize bulaşmıştı.
Fakat bunların hepsi artık geride kaldı. Rönesans dönemi artık bitti. Artık muhteşem sanat eserleri, orta çağ müzikleri, Leonardo DaVinci ya da Medici ailesi veya Roma ve Floransa yok. Artık başka yerlerdeyiz. Daha önce hiçbir insanın görmemiş olduğu yerlerde, farklı bir kıtada, farklı bir kültürde, farklı bir asırda ve çok farklı bir oyunda.
Cesur yeni dünya
Baştan itiraf edeyim, her ne kadar yazıya bir etkisi olmayacak olsa da, benim için serinin en güzel oyunu Assassin’s Creed II’dir. Evet, belki Brotherhood da ona yakın güzellikte olabilir ancak ikinci oyunun yeri kesinlikle ayrıdır benim için. Daha derin bir içerik, daha etkili bir senaryo ve Ezio Auditore de Firenze’nin karizması ciddi anlamda etkilemiştir beni. Hele ki o oyunla karşımıza çıkan glyph’ler ve onların gerçek tarihe mükemmel bir şekilde yerleştirilmiş bulmacaları… Belki bazılarınız katılmayacak ancak birinci oyun ile ikinci oyun arasında hem teknik hem de diğer unsurlardan oldukça büyük gelişmeler de yatar.
İşte esas konumuz olan Assassin’s Creed 3 de (AC3) bu değişim benzerliğini fazlası ile taşıyan bir oyun. Her anlamda, bildiğiniz o eski AC oyunlarını, unutmayın ancak, bir kenara bırakın ve AC 3’e o gözle bakın. Çünkü yeni dönem bir Assassin’s Creed ve yeni dönem bir suikastçı ile karşı karşıyasınız. Ve bunu daha ilk andan itibaren anlıyorsunuz.
Ubisoft oyun çıkana kadar bizi pek çok video ve görselle besledi sağolsun. Hatta arada sıklıkla “O kadar çok videosunu izledik ki oyunu oynamış kadar olduk” şeklinde yorumlar bile yapılıyordu ki ben de oyunu oynayıp bitirene kadar bu fikre kısmen katılıyordum ancak kazın ayağı öyle değilmiş meğerse.
Size oyunu alıp eve geldiğinizde başınıza gelecekleri söyleyeyim. AC3’ü kurup açtığınızda ve Desmond Animus’a yattığında karşınızda Connor’ı beklerken bir anda orta yaşlı, sert ancak centilmenlikten vazgeçemeyen bir İngiliz lordu, Haytham Kenway ile karşılaşacaksınız. Siz de benim gibi “Neyse herhalde bu sefer farklı bir giriş (prologue) düşünmüşler” deyip oynamaya başlayacaksınız. Lakin bir iki saat sonra hala Haytham ile oynadığınızı fark ettiğinizde “Yahu ben yanlış oyunu mu aldım acaba?” demeye başlayacaksınız. Sonraki birkaç saat oyun sizi neşelendirse de kafanızda hep bir soru işareti kalacak ve yaklaşık 4 saat sonra olayları ve inanılmaz bir gerçeği fark edeceksiniz. Ardından Connor emrinize amade olacak.
Cesur yeni kahraman
Bir Mohawk olan Connor, yaşadığı toprakların “Yeni Dünya” olarak tarihe geçtiğini bilmeden yaşıtları olan çocuklarla oynayarak gününü geçirmektedir. Bir gün Charles Lee adında bir adamla karşılaşır ve bu yeni düzende onun da hayatı büyük bir değişime uğrar. Köyünü ve annesini kaybettikten bir süre sonra eğitim almak için eski bir suikastçı olan Achilles’in yanına yerleşir ve burada bir suikastçı (assassin) olmayı öğrenir.
Elbette bunu “Kolumda bir altın bilezik olsun” mantığı ile yapmaz. Connor’ın amacı köyünü ve bu süreçte annesini katledenlerden, özellikle Charles Lee’den intikam almaktadır. Bu yolun onu bir ulusun yeni bir ülke kurmasına yardım etmeye kadar götüreceğini bilmeden hem de.
Hikaye konusunda sizlere çok fazla bilgi vermek istemiyorum. Nitekim oyunun şimdiye kadar çıkmış olan videolarından ön hikayede neler döndüğünü anladınız, elbette bir de bunun arka planı var ki o tamamen ayrı bir olay. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu konuya hikayeyi anlatmadan ve elbette spoiler vermeden değineceğim.
Şimdi gelelim yeni oyunumuzda bizleri nelerin beklediğine. Her şeyden önce AC 3 oldukça uzun bir oyun bunu aklınızda tutun. Yukarıda bahsettiğim giriş kısmı bile sadece bunu anlatır nitelikte. İkinci oyundan beridir AC serisi bizleri ana görevin dışında görev olan ya da olmayan şeylerle oyalıyor, bu durum yeni oyun AC 3’te de değişmiş değil. Nitekim ben bu görevlerin hiçbirisine bulaşmadan bile sadece ana görevi günde 7-8 saat oynayarak 3 günde bitirdim. Üstelik görevlerde çok fazla takıldığımı da söyleyemem. Kısacası AC 3 sizlere sadece ana görevi ile birlikte 22-24 saatlik bir macera yaşatacaktır.
Oyundaki yeniliklerden bir tanesi arayüzde karşımıza çıkıyor. Daha önceden gri tona sahip olan arayüz artık mavi bir tonda. Sol alt köşede minik haritamız hemen yanında sağlık çubuğumuz ve onların yakınında da aktif olan silahlarımızı görebiliyoruz.
Silahlar konusunu biraz açacak olursak, artık ateşli silahların çok daha yaygın olduğunu söylemeliyiz. Olayların geçtiği tarihe uygun olarak çakmak taşından tabanca ve tüfekler etrafta cirit atıyor. İşin güzel yanı ise tüfekleri etrafta rahatça bulabilmeniz. Önceki oyunlarda olduğu gibi AC3’te de öldürdüğünüz düşmanlardan düşen silahları alabilmenizin yanında artık yerlerinde duran silahları da kullanabiliyorsunuz. Örneğin bir askeri kampa girdiğinizde silahların dizilmiş olduğu raftaki tüm silahları teker teker kullanabiliyorsunuz. Bu da doldurması bir hayli zaman alan ateşli silahları daha hızlı kullanmanıza yarıyor. Normalde ise bir silahı doldurmak nerden baksanız 8-10 saniyenizi alıyor. Bunun için ise alternatif ateş tuşuna basılı tutmak zorunda kalıyorsunuz.
Ateşli silahların yanında el bombaları ve mayınlar da bizlerle birlikte olacak diğer korkutucu silahlarımız. Nitekim oyunu hızlıca bitirmek istediğim için bu ikisini çok fazla kullanma fırsatım olmadı maalesef. Ancak şunu söyleyebilirim ki 4-5 defa denediğim zorlu bir görevde mayının bana oldukça yardımı dokundu ve görevi çok rahat geçtim.
Ardından ise melee silahlar dediğimiz dövüş silahlarımız mevcut. Zehirli oklar, Tomahawk baltamız, hidden blade (hook blade gibi de kullanılabiliyor) ve ucunda uzun bir ip bağlı olan bir okumuz da mevcut.
13 yıldız
İşin bu ayrıntı yanlarını geride bıraktıktan sonra biraz daha eğlenceli kısımlara geri dönelim dilerseniz. Assassin’s Creed 3 sürekli tekrarladığım gibi sizleri pek çok farklı yenilik ile karşılıyor ve bunlar sadece yeni silahlar ile yeni bir hikayeden de ibaret değil. En başında AC3’te çevre ile etkileşiminiz oldukça artmış durumda. Üstelik bu yenilikler de “Haydi yapalım olsun” mantığında hazırlanmamış, oyuna ve oynanışa çok güzel bir şekilde yedirilmiş.
Misal artık etrafımızdaki pek çok insanlarla da diyaloga girme imkanımız var. Eski oyunlarda bu kişiler her zaman için bizlere yan görev verirlerdi, AC3’te de bu insanlar mevcut fakat hiçbir görevle alakası olmayan sadece muhabbet ettiğimiz kişiler de var. Örneğin Haytham ile oynarken gemide geçen bölümde gemi doktoru ile sanki bir macera oyunu oynuyormuş gibi muhabbet edebiliyoruz ki bunun o bölümdeki hiçbir görevle ya da ekstra bir şeyle alakası yok.
Bunun yanında diyaloga girebileceğimiz diğer kişiler ise yan görevler veya ekstralar sunuyor bizlere. Örneğin etrafta Fanorona veya Nine Mens Morris gibi oldukça güzel, zeka gerektiren board game’ler de bu kişiler tarafından sunuluyor.
Fakat demin de söylediğim gibi bu diyalog olayı sadece farklı bir özellik olarak da kalmıyor, nitekim gerek Haytham ile gerekse Connor ile dedektifçilik oynama gibi bir durumumuz mevcut. İkisi bu konuda farklı yolları izlese de Haytham ile diyalog özelliğini bu durumlarda kullanabiliyoruz. Bu da bizleri görev çeşitliliğine getiriyor.
Özellikle Haytham’ın bölümlerinde farklı görevler yapıyoruz. Sürekli olarak git onu öldür, sırada bu Templar var gibi rutinlik yaratan görevler yerine her iki karakter de bizlere kendilerine has görevler sunuyorlar ve bu da oynanışı oldukça zenginleştiriyor. Unutmadan bir de ikinci oyunla birlikte gelen ve görevi tam senkronize etmenizi sağlayan opsiyonel seçenekler de hala mevcut. Bu gerçekten önemli çünkü o zaman o görevi çok farklı şekillerde yapabilirken monotonluktan da kurtuluyor ve oyunu biraz daha zorlaştırıyorsunuz.
İngiliz’in çakalı meşhurdur
AC3 oynaması zevkli olduğu kadar yazması da bir hayli zor bir oyun cidden. Oyunun içinde o kadar çok ince detay mevcut ki hangisinden başlayıp nasıl bir yol izlemeli karar veremiyor insan. Bir önceki başlıkta sizlere oynanış ile ilgili pek çok yeniliği söylememe rağmen daha bir o kadar yenilikten de bu başlıkta bahsedeceğim. Bunların başında ise kilit açma (lockpicking) geliyor.
Ana görevlerde çok fazla kullanmadığınız seçeneği yetenek olarak düşünmeyin. Lockpick’i ana görevde birkaç kez kullanırken yan görevlerde ve ekstralar da daha sık başvurabiliyorsunuz. Özellikle etraftaki sandıkların çoğu kilitli olduğu için bu sandıkları toplarken lockpick’e sürekli olarak başvuracaksınız.
Bunun yanında oyunun bir diğer büyük farkı ise dinleme görevleri. Bunu Altair ve Ezio ile de yapıyorduk ancak bu görevlerde sadece yakında bir yere oturup blend olmamız yeterli oluyordu. AC3’teki dinleme görevlerinde ise dinleyeceğiniz kişilerin etrafında belirli bir büyüklükte dairesel alan ortaya çıkıyor ve diyalog boyunca sizin de bu daire içerisinde kalmak zorundasınız. Eğer dinleyeceğiniz kişiler oldukları yerde duruyorsa sorun yok lakin bu kişiler çoğunlukla hareket halinde oldukları için hem gizli kalmak hem de dinleme alanının dışından çıkmamanız gerekiyor. İşte o zaman işiniz oldukça zorlaşıyor.
AC3’teki blend yani saklanma mantığı da biraz değişmiş. Teknik açıdan eski oyunlardan bir farkı yok, yine insanların arasına karışarak, belli yerlere oturarak ya da saklanma yerlerine saklanarak gizlenebiliyorsunuz ancak bu sefer oyun size blend olduğunuzda daha detaylı bir bilgi sunuyor.
Misal kalabalık bir alanda blend olduğunuzda sizin başınızda bir çember çıkıyor ve siz gizlendiğinizi anlıyorsunuz, ayrıca yanınızdaki insanlardan bazılarının da başında beyaz noktalar beliriyor. Bu da size kimler sayesinde gizlendiğinizi ve bunu bozmamak için o kişileri takip etmeniz gerektiğini gösteriyor. Gizliliği sevenler için oldukça güzel ve kullanışlı bir yenilik olmuş gerçekten.
Gizlilikten söz açılmışken saklanma yerlerine de değinmek gerek. Görsel açıdan farklı olsa da mantığı tamamen aynı olan saklanma yerleri olduğu gibi AC3 ile yepyeni saklanma yerleri ve metotları da mevcut.
Bunlardan bir tanesi çalılar. Artık diz boyuna gelen çalılıklara da saklanabiliyor ve düşmanlarımızı tıpkı eskiden olduğu gibi buradan gizlice öldürebiliyoruz. Bunun yanında zorunlu olarak bir iki görevde de yapacağımız hareketli gizlenme noktaları mevcut. Bir at arabasının arkasındaki saman yığınına saklanarak bazen korunan kapılardan rahatça geçebiliyor bazen de hareket halindeki hedefleri kolayca takip edebiliyoruz. Samanlıklarda ayrıca artık ıslık çalarak en yakındaki hedefin dikkatini çekip onu gizlice öldürme imkanımız da mevcut. Bu şekilde o hedefin iki saat dolanıp samanlığın yanına gelmesini beklemek zorunda kalmıyoruz.
Bunun yanında Connor ve Haytham takiplerde duvarların kenarından eğilerek bakabiliyorlar. Buradaki eğilme COD oyunlarındaki gibi doğrudan bir eğilme olmasa da kamera açısı ona uygun bir şekilde pozisyon alıyor hem de takip edilen kişiden gizli kalmış oluyorsunuz.
Elbette bir de gizliliğin baş düşmanı olan notority mevzusu var. Notority artık haritanın yanında, içinde x olan altıgen şeklinde gözüküyor. Üç adet x olduğunda düşmanlar doğrudan ateş ederken, iki tanede düşmanlar sizi sorguya çekiyor. Tek bir x mevcut ise düşmanlar sizi takip ediyor. Öte yandan renkler de sizlere durumunuzu belirtiyor. Altıgen koyu mavi fonlu ise sorunsuz, açık mavi fonlu gizlenmiş ancak askerler tarafından aranıyor, yeşil fonlu gizlenmiş ve aranmıyor, sarı fonlu şüphe çeken, kırmızı fonlu ise görüldüğünüz yerde ateş altında kalacağınızı gösteriyor. Notority 3 x iken fon mavi olsa bile düşmanın sizi görmesi tekrardan kırmıza çeviriyor. Bundan kurtulup notority’i sıfırlamak için yine çığırtkanlara para vermek, posterleri yırtmak veya matbaaları ziyaret etmeniz gerekiyor.
Ancak maalesef etraftaki sokak hayvanlarını bile sevebilecek kadar geniş bir etkileşimin olduğu oyunda Revelations’ta bulunan, NPC’lerle aynı hizada yürüdüğünüzde Ezio’nun onların yanından otomatik olarak yürümesini sağlayan sistem, AC3’te yok. Yani var(mış -Ubisoft’a göre) ama bir türlü tuturamıyorsunuz haliyle de yok gibi birşey.
Uçsuz bucaksız ufuklar
Bildiğiniz gibi yeni AC oyunu ile birlikte hoplayıp zıplamak için yeni yerler de geliyor; ağaçlar. Haytham ile oynadığınız bölümlerde ağaçları hiç kullanmazken Connor tam anlamıyla maymun misali ağaçlardan ağaçlara zıplayarak free run dediğimiz hızlı ilerleme olayını ormanda bu şekilde sürdürebiliyor.
Şehirlerde yine evlerin çatılarını kullanacak olsak da burada da ağaçlardan yardım aldığımız zamanlar oluyor. Öte yandan artık bazı evlerin kapı ve pencerelerini açık göreceksiniz. Connor bunları da kullanma lüksüne sahip. Özellikle askerlerden kaçarken bu kapı ve pencereleri kullanarak evin diğer cephesine içeriden geçerek çok hızlı ve tehlikesiz bir şekilde uzaklaşabiliyor.
Fakat buna rağmen işler o kadar kolay değil. Yapay zeka diğer AC’lere göre daha ileri düzeyde. Kaçarken etraftan bir at çalarak (evet, bir adamın yanında duran atını aldığınızda arkanızdan bağırıyor) yola devam ederseniz, sizi yaya takip eden düşmanınız da en yakınında bulunan atı alıp sizi takip etmeye başlıyor. Dolayısı ile at sırtına bindiğinizde başınızdaki dertlerden kurtulmuş olmuyorsunuz. Bunu yanında bazı yerlerdeki askerler yanlarında bekçi köpekleri gezdiriyorlar. Siz iyi bir şekilde gizlenmiş olsanız bile bu köpekler kokunuzu alarak havlamaya başlıyor ve yanındaki sahibini uyarıyor. Elbette o da etraftaki çalıları, vs. aramaya başlıyor. Bu noktada ise gerçek hayatta yapmayı aklınızın ucundan bile geçiremeyeceğiniz bir şeyi yapıp köpekleri öldürmek zorunda kalıyorsunuz.
Açıkçası oyundaki bu tarz yenilikler konusunda daha size sayfalarca yazabilirim ancak hem gereksiz yere, zaten uzun olan bir yazıyı, daha da uzatır hem de sizin de AC3’ü biraz da kendi kendinize keşfetme fırsatını yok etmiş olurum.
Dolayısı ile son olarak sizlere AC serisinde bir ilk olan deniz savaşları kısmını anlatarak bu noktaya son koyacağım.
Daha önceki AC oyunlarında da su araçları ile haşır neşir olsak da AC3 bizleri okyanuslarla ve büyük savaş gemileri ile tanıştırıyor. Ana görevde bir noktadan sonra Connor’ın Aquila adında kendine ait bir gemisi oluyor ve bu gemi ile hem yan hem de ana görevler için deniz savaşları yapıyorsunuz.
Gemi kullanımı oldukça basit ve eğlenceli yapılmış. Geminizde büyük ve küçük olmak üzere iki top çeşidi mevcut. Büyük toplar için kamerayı geminin sağına ya da soluna çevirip çıkan beyaz şerit düşman gemisine denk geldiğinde fırlatarak kullanırken, küçük toplar ile hedef alarak daha ufak çapta saldırılar gerçekleştiriyorsunuz.
Gemi kontrolü ise gayet kolay. Üç farklı yelken seçeneğinizin mevcut olduğu oyunda yarım yelken ile daha rahat manevra yaparken tam yelkende daha süratli gidebiliyorsunuz. Alt kısımdaki haritanızda rüzgarın yönü geniş bir ok şeklinde gösteriliyor ve siz de bu şekilde hızlanmak için yönünüzü belirliyorsunuz lakin arada bir rüzgar sorti yapıp ters dönebiliyor aklınızda olsun.
Ana görevde geminizi 2-3 defa kullanırken bir de geminize özel yan görevleriniz bulunuyor. Bunun yanında fast travel seçeneğinde de geminizi kullanabiliyorsunuz ve şunu belirteyim ki fast travel seçeneklerinden en etkilisi bu yöntem.
El kaptan, kaptanım!
Connor her ne kadar hayatını bir anlamda yalnız geçirse de hikayesinde yalnız olmuyor. Diğer suikastçılar, George Washington, Benjamin Franklin gibi kişiler ona yardım ediyor lakin bunlardan en önemlisi ise Achilles.
Genç yaşta yanına geldiği Achilles sayesinde suikastçılığın etkin yollarını öğrenen Connor’ın bu serüvenine bizler de şahit oluyor hatta onu bizzat yaşıyoruz. Zaten oyunun bir bölümünden sonra Achille’in evi bizim merkezimiz oluyor. Tıpkı AC2’deki villa gibi bu binayı da geliştirebilme imkanına sahibiz lakin bu sefer olay bir mimar ve birkaç resim satın almakla bitmiyor.
Malikane etrafında onunla alakalı birçok görev çıkıyor ve biz bu görevleri bitirdikçe mühendis, oduncu gibi farklı alanlarda uzamn kişiler yanımıza yerleşmeye başlıyor. Onların yaptıkları getiriler ile de evimizi eski görkemine kavuşturuyoruz.
Öte yandan AC3’te ticaret de bir adım öne gitmiş. Daha önce dediğim gibi AC3’ün haritasında oldukça geniş ormanlık alanlar mevcut ve bu alanlarda ceylan, geyik, tavşan, tilki hatta ayı ve kurt avlama imkanımız mevcut. Avladığımız bu hayvanların etleri, derileri, diş ve tırnaklarını satarak ya da evimize aldığımız nitelikli işçilerin sundukları nihai malları karavanlara gönderip satarak da para kazanıyoruz. Bu karavanları etrafta dolaşırken de görmemiz mümkün. Elbette işler bu kadar basit yürümüyor. Karavanın vergisi olduğu gibi onun saldırıya uğrama riski de mevcut. Biz de ticaretimizi buna göre yapıyoruz.
Riskler karavanın bulunacağı bölgelerin ne kadar bizim veya düşman kontrolünde olduğuna göre değişiyor elbette. Bölge kontrolü eski oyunlardaki gibi devam ediyor. Bu sefer sadece şehirlerde değil taşralarda da bu tarz bir göreviniz mevcut. Templar’ların kontrolündeki kaleleri ele geçirerek bölgenin sizin lehinize dönmesini sağlayabiliyorsunuz.
Madalyonun çamurlu yüzü
Peki herşey mi güllük gülistanlık bu oyunda? Elbette hayır, hem de bazı noktaları ile çok büyük farkla hayır.
Öncelikle şunu belirteyim ki Ubisoft bizlere oyunun bir inceleme kopyasını gönderdi. Bu her ne kadar sizin alacağınız kopya olmasa da nihai sürüm ile en azından %90 küsürlük bir benzerliğe sahip. Dolayısı ile bu sürümde başıma gelenlerin sizin de başınıza gelmesi büyük olasılık.
İşlerin en başında grafikler geliyor. Genel olarak grafikler, çevre tasarımı, modellemeler, ışıklandırma vs. oldukça iyi ancak çok aksak yönü mevcut. Her şeyden önce uzağı detaylandıran draw distance özelliği oldukça düşük seviyede çalışıyor. Bunun yanında PS3’ün AA eksikliği de çoğu yerde göze çarpıyor. Özellikle ağaçların dallarında veya bina kenarlarında tırıklı bölümleri oldukça net görebiliyorsunuz.
Oyunun başrolündeki karakterlerin kaplamaları sorunsuza yakınken bazen sinematiklerde figüranların kaplamadan tamamen yoksun olduğunu görmüşlüğüm var. Bu gibi şeyler biraz göz bozsa da olayın kendi açımdan çığrını çıkardığı nokta ise amansız hatalar. İnsanların birbirlerinin içinden geçmesi, belden aşağısının yerin altına girmesi hatta tüm katmanın komple çökmesi bile başıma gelen grafik hataları. O katman çökmesi o kadar feciydi ki bütün bölümü Connor’ı focus halinde gezdirerek geçmek zorunda kaldım.
Bunun yanında mekanik anlamda kendini oldukça yenilemiş ve göz alıcı hareketlerle donanmış bir savaş mekaniği çıkıyor karşımıza. Her ne kadar eski oyunlara benzer bir temel yapıya sahip olsa da AC3’ün dövüşleri ağırlıklı olarak karşı saldırıya (counter attack) bağlı. Bu şekilde inanın çok daha etkili saldıracak ve düşmanlarınızı daha rahat öldürebileceksiniz. Zaten bunu oynar oynamaz anlıyorsunuz. Her ne kadar karşı saldırı zamanlama ile alakalı olsa da Batman’deki gibi bir ince ayar zamanlama mevcut değil. Karşı saldırınız başarılı olduğunda dünya yavaşlıyor ve sizin yapacağınız dört faklı seçenekten birisini seçmenizi bekliyor. Düşmanı tek tuşla öldürme, İkincil silhınızı kullanma, düşmanı öldürmeden etkisiz hale getirme ve fırlatma seçenekleriniz var. Bunun yanında saldırı ekranında “Break” yani saldırıyı kırma seçeneği de mevcut.
Oyunu oynadıkça daha iyi anlayacaksını ancak düşmanların da seviyeleri mevcut. Sıradan askerler karşı saldırıda öldürme tuşu ile tek hamle ile ortadan kalkarken üst düzeyler son hamlenizi engelleyerek saldırınızı kırıyor. Onları da “Break” yaparak savunmasız bırakıp o şekilde saldırıyorsunuz veya her zaman için bomba, tabanca, tüfek ve mayın gibi etkili yöntemleri kullanmanız da mümkün.
Elbette bu animasyonlarda da zaman zaman saçma hatalar gerçekleşebiliyor. Bir başka şikayet gerektiren nokta ise kamera açıları. Oyunun %90’ında pek sorun çıkartmayan kamera özellikle dar kapalı alanlarda pek bir sapıtabiliyor, buna dikkat.
Bu kadar eleştiri yaptım ancak bugün duyurduğumuz gibi oyunla birlikte birinci gün yaması da bizlerle olacak. Bu yama sadece 44 adet hatayı düzeltmekle kalmayıp oyunun daha sağlam olmasına yardımcı oluyor.
E, Desmond, senden ne haber?
Her ne kadar AC3’ü Haytham ve Connor götürüyor olsa da ilk oyundan beridir değişmeyen tek karakterimiz Desmond’ın da bu yeni oyunda görevi epey bir artıyor. Eski oyunlardaki gibi bulmacalar çözmek veya etraftan birşeyler toplamakla yetinmiyor ve ciddi ciddi oyunu oynuyoruz. Zaten onun bölümü de bütün bu olayların sebebinin ne olduğunu ve bundan sonra neler olacağını bizlere aktarıyor. Juno ve Minerva ile işin arkasındaki korkunç gerçeği öğreniyor ve en sonunda “Vay canına!” dedirtiyor.
Desmond ile oyunun başından beri ilk medeniyete ait bir tapınağın gizemlerini öğrenmek için bir anahtar arıyoruz, zaten de bu yüzden Connor’a baş vuruyor. Lakin bu sırada tapınaktaki yeni yerleri açmak için gereken güç kaynaklarını almak üzere, Manhattan ve Brezilya’ya da gittiğimiz heyecanlı görevlere imza atıyoruz.
Sonun başlangıcı
Oldukça uzun bir inceleme olduğunun farkındayım ve sanırım pek çoğunuz bazı bölümleri es geçerek okudunuz ancak AC3 neyse ki bu tarz detaylı ve tamamen anlatması oldukça zor bir oyun işte.
İtiraf edeyim kendi fikrimce AC2’nin yaptığı tarzda bir devrim yapmıyor Assassin’s Creed 3 ancak eski oyunlardaki özelliklerin neredeyse hepsini tek bir oyunda birleştirip kendisi de yeni birşeyler katmayı başarıyor ve bunu da oldukça hoş bir şekilde karşımıza çıkartıyor. Müzikler AC2’deki gibi olmasa da serinin genelinin üzerinde bir güzellikte. Sesler ise kendisine yakışacak kadar güzel ve yerinde. Lakin zaman zaman diyaloglarda dudak senkronunun veya mo-cap’in tutmadığı anlara da şahit olabilirsiniz (ama bunun bizdeki inceleme kopyasına has bir hata olduğunu umuyoruz).
Grafiklerdeki bahsettiğim eksiklikler zaman zaman can sıksa da layer çökmesi durumu Berkant oynarken başına gelmediği için kendi talihsizliğim olarak hesaplıyor ve zaten çıkan yama ile bunların çoğunun giderileceğini tahmin ediyorum. Lakin draw distance eksikliği gözden kaçmıyor.
Her ne olursa olsun Ubisoft bizlere Connor ile birlikte farklı konspette bir Assassin’s Creed oyunu sunmuş. Bütün anlattıklarımın ötesinde oyundaki hikaye anlatımı da bir hayli değişmiş. Artık kutuplaşmış bir Assassin’ler vs. Templar’lar anlatımından çok daha iç içe geçmiş bir hikaye var. Serinin beşinci oyunu birazcık da olsa durumu Tapınakçılar’ın gözünden de görmemizi ve bu savaş için onların ne düşündüğünü anlamamızı sağlıyor.
Uzun lafın kısası Revelations ile bizleri düşündüren ve korkutan seri yeniden ayaklarının üstüne çıkarak “Ben daha kolay kolay ölmem” mesajını sert bir şekilde veriyor bizlere.
İyi oyunlar.