Kendine has esprili yapısı, karakterleri, hikayesi ve tabii ki Cell-Shade tekniği kullanan grafikleri ile FPS-RPG türüne yepyeni bir soluk getiren Borderlands serisi, yayınlanan sayısız DLC’nin ardından nihayet üçüncü kez karşımıza çıktı. Aslında üçüncü kez demek biraz hatalı bir yaklaşım olur çünkü Borderlands: The Pre-Sequel! kesinlikle bir Borderlands 3 değil! Zaten yapımcılar da bunun bilincinde olmalılar ki, “Devamın Öncesi” gibi absürt bir isim belirleyip piyasaya sürmeyi uygun bulmuşlar.
Kabaca izah etmek gerekirse, halihazırda bilinen ve oldukça tutan Borderlands yapısını buzluktan çıkarıp, orta ateşte ısıtıp, üzerine biraz da sos ilave edip yeni bir oyun diye sofraya koymuş yapımcılar. Yeni harita tarzı, düşük yerçekimi sistemi, üzerinde rötuş yapılmış düşmanlar ve lazer silahları Borderlands dünyasına ekleyip, DLC’den hallice bir oyun haline dönüştürülmüşler.
Vault arıyorken, olmaktan korktuğum yerdeyim, Ay’dayım!
Borderlands: The Pre-Sequel!, adından da anlaşılacağı üzere, birinci ve ikinci Borderlands hikayesinin arasında geçiyor. İlk Borderlands’te kontrolümüzde olan kahramanlar, Athena isimli afet-i devranı sorguya çekip, yaşadıkları ihanetin aslını öğrenmek istiyorlar. Athena da başından geçenleri bir bir anlatırken olaya biz dahil oluyoruz ve bahsi edilen anıları gerçeğe dönüştürüyoruz.
İkinci oyunun baş kötüsü Handsome Jack’in henüz borusunu öttüremediği, Hyperion şirketindeki çömezlik dönemlerine şahitlik ediyoruz. Patronundan zılgıt yiyen, üstlendiği işleri beceremeyen, ezik bir karakter olarak karşımıza çıkan Handsome Jack, saldırı altındaki gemiden kurtulmamız için bize yardımcı olduktan sonra devasa uzay mekiğinin sinyalini bozan unsurun ne olduğunu çözmemizi rica ediyor. Hayatı pahasına bizi koruyan Jack’i kırmak istemediğimizden mi, yoksa kırmaya vakit bulamadığımızdan mı bilinmez, boş bir yük konteynerinin içinde uzay gemisinden fırlatılıyor ve soluğu Pandora’nın uydusunda alıyoruz.
“Soluğu alıyoruz” derken bunu deyim olarak kullandığımı hatırlatayım, çünkü ayak bastığımız uyduda nefes alınacak ölçüde oksijen yok. Ayrıca yer çekimi de alıştığımız seviyede değil. Uzan lafın kısası, yeni düşmanlara ve yeni görevlere olduğu kadar, düşük yerçekimine ve oksijen kaynaklarına da adapte olmak için biraz zaman harcayarak yeni maceramıza doğru ilk adımlarımızı atıyoruz.
Ay’da savaşanlar
Her Borderlands oyununda olduğu gibi The Pre-Sequel’de de yepyeni karakterlerle oynama şansına sahibiz. Aslında serinin her bölümünde karakterlerin isimleri ve becerileri değişse de aşağı yukarı aynı oyun tarzlarını sunduklarını bilirsiniz. Burada da isimler, karakterler ve görüntüleri farklı ama aslında tank, DPS ve keskin nişancı şeklinde ayrılabilecek üç sınıftan oluşuyorlar. Elbette yanlarına bir de sevimli robotumuz Claptrap teşrif ediyor.
Açılış videosunda gözüken ve seçebileceğimiz ilk karakter olan Athena’yı tanıyoruz aslında. The Secret Armory of General Knoxx isimli DLC içerisinde gizli suikastçıyı canlandıran bu hanımefendi, enerji kalkanı kullanarak gelen saldırıları bertaraf edebildiği gibi yetenekleri geliştikçe kalkanını silah olarak da kullanabiliyor.
İkinci karakter olan Wilhelm ise bir Hyperion mühendisi. Borderlands 2’yi oynamış olanlar sinir bozucu boss’lardan biri olan sarı renkli ve yine Wilhelm isimli dev robotu hatırlayacaktır. Nasıl olacağı şimdilik bir muamma ama bu kaslı kuvvetli ağabeyimiz, günün birinde o sibernetik robota dönüşecek. O zamana kadar da düşmanlarına kurşun yağdıran ve destek birimi olarak yanına robot çağırabilen bir karakter olarak oyunda kullanabiliyoruz.
Üçüncü ve benim favori karakterim ise Nisha. Dişi kasaba şerifi olan Nisha’yı da Borderlands 2’den hatırlıyoruz. Lynchwood kasabasının şerifi olan Nisha, daha çok dürbünlü tüfek konusunda ustalaşıyor olsa da, onu ön plana çıkarak bir başka özelliği var; “Showdown!” Bu özelliği aktif ettiğinizde tüm vuruşlarınız kritik seviyede oluyor ve kısa süreliğine tam bir ölüm makinesine dönüşüyorsunuz.
Son ve en önemli ilginç karakter ise geveze robotumuz Claptrap. Diğer tüm karakterleri seçip oyuna hemen giriş yapıyorken, Claptrap’i seçmeye kalktığında sistem bize emin olup olmadığımızı soruyor. Cevabı “Evet” olarak işaretlesek bile iki defa daha sorup, “Bak, bu robot gevezedir, şapşaldır, baş belasıdır. Seçmek istediğine emin misin?” diye nabız yokladıktan sonra ancak seçmemize izin veriliyor. Neden böyle sorulduğunu da oyunun içine girince hemen anlıyorsunuz. Çünkü bu sevimli robotumuzun özel gücü tamamen rastlantısal çalışıyor. Sözüm ona durumu analiz edip en iyi seçeneği sizin için seçtiğini iddia etse de “VaultHunter.exe” isimli özel gücünün ne olduğunu asla kestiremiyorsunuz. Bazen sağlık veren, bazen de düşmanlara saldıran bir robot ışınlayan özel gücümüz, oyunun kendine has esprili yapısına farklı bir örnek oluşturuyor.
Ay’a benzer yüreğin, doğal olarak takipteyim
Oyun dünyası ile şu ya da bu şekilde iç içe olanların Borderlands’i bilmemesi herhalde mümkün değildir. Dolayısıyla, Borderlands’in sunduğu FPS ile RPG’nin karışımı olan oyun yapısından bahsetmeye gerek duymuyorum. Aynen önceki oyunlarda olduğu gibi yine seviye atlama, yeni beceriler kazanma, çatışmalarda gösterdiğimiz başarıların ardından “BadAss” özellikleri edinme ve silahlarımızı daha verimli biçimde kullanma teknikleri, ilk iki oyundan tamamen aynı biçimde aktarılmış.
Pre-Sequel, Borderlands 2’ye o kadar benziyor ki, sanki aynı oyun devam ediyormuş hissine kapılıyorsunuz. Sesler, menüler, ekranda gördüğümüz öğeler, görev yapıları, yazılar, sunumlar vs. aklınıza ne geliyorsa, tamamen önceki oyunun aynısı ve üstüne basa basa söylediğim gibi yeni bir oyun değil de sanki DLC imiş havası var oyunda. Yeni seçilebilir karakterler ve senaryo haricinde farklılık yok mu? Elbette var.
Bir kere oyunun en belirgin özelliği, Pandora gezegeni yerine, gezegenin uydusunda olmamızdan dolayı daha düşük yerçekimi ile karşılaşıyor, bir zıpladık mı bir daha kolay kolay yere inmiyoruz. Düşük yer çekimi oyunda alışık olduğumuz pek çok savaş dinamiğini değiştiriyor. Havada fazlasıyla kalıyor oluşumuz, merdiven kullanmadan erişilmesi mümkün olmayan noktalara tek zıplayışta ulaşmamıza imkan tanıyor. Öte yandan havada iken çömelme tuşuna basarak bir anda yere iniş yapabiliyor ve etraftaki düşmanlara hatırı sayılır biçimde zarar vermemiz mümkün oluyor. Bu da savaş sisteminde gelen özelliklerden bir diğeri.
Düşük yer çekimi, açtığımız sandıklarda bile daha dikkatli olmamızı gerektiriyor. Çünkü sandıklar açılır açılmaz, içindeki cisimler bir anda havaya saçılıyor. Bazen çok ihtiyaç duyduğunuz bir mermiyi ya da sağlık paketini almak için yerden 10m yükseğe sıçramanız gerekebildiğinden, havaya fırlayan sağlık paketini alayım derken hain bir düşman mermisine hedef olmak mümkün.
Oksijensiz Hava Sahası
Malumunuz artık Pandora’da olmadığımızdan, havada nefes almamıza imkan tanıyacak kadar oksijen bulunmuyor. Bu nedenle belirli bir süre nefes almamıza imkan tanıyan Ozkit sistemini kullanıyoruz. Oksijen üreten küçük kubbelerin, binaların ya da yerden sızan oksijen gazının dışına çıkarsak, Ozkit’in içinde bulunan oksijen azalmaya başlıyor. Eğer Ozkit tükenirse, nefes alamamaya başlıyoruz ve bu sefer de hayat puanımız eksilmeye başlıyor. Kısacası çatışmalarda enerji seviyemiz kadar oksijen miktarımıza da dikkat etmemiz gerekiyor.
Öncelikle şunu belirteyim ki, baştan oksijen miktarına dikkat etmemizin oyuna ayrı bir hava katacağını düşünmüş ve hayli heyecanlanmıştım. Ancak oyunda biraz ilerledikten sonra tüm heyecanım yok oldu. Çünkü öldürdüğümüz her düşmandan sprey kutularına benzer biçimde oksijen tüpleri çıkıyor. Ayrıca zeminden sızan oksijen gazıyla da çok sık karşılaşılıyor. Hal böyle olunca, normalde dikkat etmemiz gereken ve savaş planımızı oksijen miktarına göre düzenlememiz gerekirken, hiç de kafaya takmaya gerek olmayan bir şeye dönüşüyor.
Yeniliklerden bir diğeri de lazer silahları ve düşmanları dondurma özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Lazer silahları için anlatılacak fazla bir şey yok aslında. Tıpkı Half-Life’taki Gloun Gun gibi aralıksız enerji yollayan ve düzenli biçimde düşmanın gücünü azaltan bir silah modeli diyebiliriz. Borderlands serisinde yeni karşılaşılıyor olsa da oyun dünyası için devrimsel bir şey olduğunu söylemek mümkün değil.
Düşmanları dondurma özelliği ise zaman zaman savaş mekaniklerini değiştirebiliyor. Tıpkı Terminator 2 filminde, T-1000’in üzerine sıvı nitrojen döküldüğü sahnede olduğu gibi, düşmanları belirli bir süre için buz kütlesine dönüştürebiliyoruz. Bunu ya etrafta bulunan varillerden ya da gezegenin doğal bitki örtüsü olarak karşımıza çıkan dev bitkilerden elde edebiliyoruz. Eğer düşmanınızı bu bitkilerin ya da varillerin yanında görürseniz, tek mermi ile taşa döndürmeniz mümkün. Yerinde sabit biçimde duran düşmanı şimdi mi halledersiniz, yoksa sabaha mı bırakırsınız, orası size kalmış.
“Bu mu, uzaylılık bu mu, insanlık bu mu?”
The Pre-Sequel! hakkında anlatılacak her şeyi anlattık sayılır. Önceki bölümlerden hatırı sayılır bir fark içermediğinden, anlatacak çok da fazla şey yok zaten. Grafik deseniz, ilk oyundan beri aynı düzeyde. Tamam, farklı bir gezegen, farklı bir manzara var ama ben ikinci oyunun tasarımlarını daha çok beğenmiştim. Teknik açıdan kökten bir değişiklik yapmadıkları için, sanki kaldığınız yerden devam ediyormuş gibi hissediyorsunuz. Grafik açısından belki de tek iyi yan fazla geliştirilmediğinden eski sistemlerde de çalışacağı olacaktır. Nvidia kart sahibi olanlar için sunulan PhysX teknolojisi ise, tadında kullanıldığında iyi bir görsellik sunuyor, ama fazla da abartmamak lazım. High seviyeye getirirseniz, bir iki çatışmadan sonra etraf taştan topraktan geçilmez hale geliyor. Bu taş kalabalığı hem sistemi yavaşlatıyor, hem de manasız bir görüntü kirliliği oluşturuyor.
Sesler Borderlands 2’den aynen aktarıldığı için bir şey söylemeye gerek yok, ama müzikler konusunda hayal kırıklığına uğradım. Böylesine bir oyunun daha kaliteli, daha modernize ve elektronik temalı etkileyici müziklerin olmasını beklerdim. Oyunun müziklerini kapatıp, arka planda Portal 2’nin soundtrack’ini açarsanız, oyunda nasıl bir müzik temasının eksik olduğunu daha iyi anlayacaksınız.
Önceki oyunlarda olduğu gibi yine, “Bazilyon” tane silah edinebiliyor, “Mizilyon” tane düşmanı alt ediyoruz. Eğlenceli, absürt, ilginç ve yer yer komik görevler ile karşılaşıyor, piyasadaki FPS oyunlarından daha farklı bir deneyim yaşıyoruz. Ancak ortada bir gerçek var ki, Pre-Sequel!’in sundukları kesinlikle yeni bir oyun olmayı hak edecek kadar fazla değil. Yazının en başında da bahsettiğim gibi DLC’den biraz daha uzun olacak şekilde hazırlanmış, Borderlands 2’nin tamamıyla aynı sistemini kullanan ve bir iki eklenti ilave edilmiş bir oyun ile karşılaşıyoruz. Bu durum hem tek kişilik senaryoda hem de online modlarda geçerli. Düşük yerçekimi dışında yıllardır oynadığımız oyundan hiçbir farkı yok.
Hatta oyun öylesine aynı ki, sözüm ona yepyeni tasarlanmış olan düşmanlarımız, önceki oyunlardakilerin kafalarına fanus geçirmiş halleri aslında. Aralarında bir tek jetpack kullanan ve üzerimize tek hamlede sıçrayan düşman modeli farklılık oluşturuyor o kadar. Tüm düşmanlar aslında önceki oyunda olan ve bir iki görüntü rötuşu yapılan karakterlerden ibaret diyebilirim.
Toparlamak gerekirse, eğer sıkı bir Borderlans fanatiğiyseniz, çıkan her DLC’yi heyecanla oynamış ve yenisini de sabırsızlıkla beklemişseniz, The Pre-Sequel! sizi fazlasıyla memnun edecektir. Eğer Borderlands’i sevmiş ama yeni oyunda biraz daha fazlasını bekleyen bir oyuncuysanız, umduğunuzu bulamayacağınız kesin. Şu anki satış fiyatının biraz altına listelense, daha cazip bir hale gelebilirdi ama DLC’den çok da öteye gitmeyen bir oyunun pahalı oyunlar statüsünde olması çok da uygun değil. Tüm Borderlands oyunlarında olduğu gibi, yayınlanacak tüm DLC’leri bir araya getiren, toplu halde satılan indirimli paketlerin çıkmasını beklemek daha akıllıca olabilir.