Herkesin es geçtiği unutulmaz oyun: SOMA

Beyler, bayanlar ve diğerleri. Toplanın başıma, bugün çok güzel bir oyun öveceğiz. Muhtemelen hep gördüğünüz, burun kıvırdığınız ya da ‘bir ara oynarım yeaa’ dediğiniz bir oyunu, Soma’yı öveceğiz. Hala uzak duruyor olabilirsiniz ancak bu yazıyı okuduktan sonra Soma ile tekrar etkileşim içine gireceğinizin garantisini veriyorum. Çok büyük konuştum değil mi? Eh ama o kadar güveniyorum işte bu oyuna.

Soma aslında yolculuğuna bir korku oyunu olarak başlamıştı ve belki de es geçilmesinin en büyük sebeplerinden birisi de buydu aslında. Amnesia serisi ile tanıdığımız Frictional Games’in yaptığı Soma, Amnesia’nın okyanusta geçen hali olarak lanse edildiği için ortaya büyük bir sıkıntı çıktı. Çünkü bana soracak olursanız Soma’nın Amnesia ile mekanikleri dışında hiçbir alakası yok. Günümüz oyuncuları karanlık, distopik bilim kurgu hikayelerine aç. Bu hikayelerle çeşitli nostaljik öğeleri de birleştirdiğiniz zaman ortaya gerçekten çok başarılı bir proje çıkarabiliyorsunuz. Bakın Soma bunu gerçekten yaptı. Ama yanlış reklam işte, Amnesia etiketi vurulduğu anda Soma’nın kafasına sıkılmış oldu.

Bugüne kadar kime ‘Soma’yı oynadın mı?’ diye sorsam, ‘Ya ben korku oyunlarını pek sevmiyorum’ cevabını aldım. Korku oyunu olmadığını söyleyerek diretmeye çalışsam da karşımdaki kişiler genellikle önyargıyı kıramadı ve Soma’yı oynamamaya devam etti. Yahu bir oyna be, ölmezsin. Yani, ölmeyeceğini umuyorum. Soma bir korku oyunu değil arkadaşlar. Korku öğelerine sahip, bilim-kurgu temalı bir keşif oyunu. Hatta bazılarınız bu türü ‘yürüme simülasyonu’ olarak bile adlandırabilir ancak öyle değil. Gerilimi en yüksek seviyeye çıkarıp aksiyon yaşattığı anlar da gerçekten yadsınamayacak derecede fazla.

Peki Soma’yı niye övüyor bu adam diye soruyorsunuz değil mi? Atmosfer ve hikaye. Bu iki öğe Soma’yı öyle güzel kurtarıyor ki, oyunun eksi yönlerini rahatlıkla görmezden gelebiliyorsunuz. Öncelikle spoiler vermeden Soma’nın hikayesi hakkında ufak bir bilgilendirme yapayım. Simon Jarrett adlı bir karakteri oynuyorsunuz. Kendisi bir gün Toronto’da bir araba kazası geçiriyor ve bunun sonucunda beyninde ciddi bir hasar meydana geliyor. Yaşıyor, ancak çok da fazla zamanı kalmadığını biliyor. İlaç kullanıyor, tedaviye gidiyor ancak Simon artık her şey için çok geç olduğunu biliyor.

Simon bu sıkıntının üzerine rastgele bulduğu, bir bakıma ‘merdiven altı’ olarak adlandırabileceğimiz bir kliniğe gidiyor. Orada bulunan doktor bu tedavinin deneysel olduğunu ancak Simon’u kurtarma olasılığının oldukça yüksek olduğunu belirtiyor. Eh artık kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünen Simon tedaviyi direkt olarak kabul ediyor elbette. Simon kliniğe gittiğinde özel koltuğa oturuyor ve birden her şey kararıyor. Uyandığı zaman kendisini Site Upsilon’da bulan Simon, bir süre sonra farklı bir bedende, okyanusun altında olduğunu fark ediyor. Artık hem evinden, hem de bulunduğu zamandan çok uzaktadır. Kafalar karıştı mı? Harika!

Olması gereken de bu zaten. Soma sizi öyle bir kafa karışıklığı ile karşılıyor ki, kendinizi gerçekten Simon’un yerine koyabiliyorsunuz. Oyun size hikayeyi basit bir metin, ara sahne veya wiki sayfası ile anlatmıyor. Siz, Simon Jarrett olarak her şeyi birer birer yaşayarak anlıyor ve dumur oluyorsunuz.

Site Upsilon’da uyanan Simon, fazla detay vermeyeceğim, bir şekilde Catherine diye bir kadın ile konuşmaya ve olayları anlamaya çalışıyor. Sanki ondan başka herkes olan biten her şeyin farkında gibi… Simon bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor. Artık Simon değil, başka bir varlık olduğunun farkında. Simon buradan kaçmalı.

Hikaye hakkında daha fazla bilgi verip heyecanınızı kaçırmayacağım. Çünkü bu oyunu alıp kendi tecrübelerinizi yaşamanızı gönülden istiyorum. Soma’nın bir diğer demirbaşına gelelim şimdi de. Atmosferi. Oyunun okyanusun dibinde geçtiğinden bahsetmiştim. Burada aklınıza ilk BioShock’u getirseniz çok da yanlış yapmış olmazsınız. Çünkü gerçekten ilk bakışta bayağı benzetebiliyorsunuz. Ancak ilerledikçe aslında atmosferin BioShock’ta olduğu kadar fantastik değil de, daha günümüze yakın, daha gerçekçi olduğunu fark ediyorsunuz. Sürekli var olan o karanlık ve loş tema bir yerden sonra gerçekten içinizin kararmasına sebep oluyor ve kendinizi tam anlamıyla Simon Jarrett’ın yapay bedeni içerisinde bulmanızı sağlıyor.

Ancak bütün bunlar bir yana, Soma’nın asıl doruk noktası sanırım oyunun sonuydu. Elbette sonuna kadar onlarca mekanda, onlarca garip ve akılda kalıcı olay yaşadım ancak Soma’nın son sahnesini görünce ve oradaki inanılmaz ters-köşe hareketi ile karşılaşınca neye uğradığımı şaşırdım. Gerçekten hiçbir oyunun sonunda bu denli ‘havada kaldığımı’ hissetmemiştim. Öyle bir sonla bitiyor ki Soma, birden kendinizi ‘olamaz ya, yok canım, yok-hayır burada bitemez, hayır bu son olamaz!’ diye zırıldanırken buluyorsunuz. Yani en azından bana böyle oldu. Soma’yı bitirdikten sonraki iki hafta içimdeki karanlık boşluğu doyuramadım ve o iğrenç merakı dindiremedim. Çok fazla etkilenmiştim. Dün gece tekrar bitirdim ve aynı hisleri tekrar yaşadım. Keşke anlatabilsem de ne kadar harika bir son olduğunu öğrenseniz diyorum ama, kendi tecrübeleriniz ile yaşamanızı istiyorum.

Soma’yı yeterince övdüğümü düşünüyorum. Oturup daha fazla, saatlerce bu oyunu sizlerle konuşmak isterdim ama şimdilik sohbetimizi burada noktalıyorum. Daha önce de Vampire The Masquerade – Bloodlines’ı bu şekilde övüp birkaç okurumuzun o harika oyunla tanışmasını sağlamıştım. Aynı şey Soma’da da olursa ne mutlu bana. İyi oyunlar!

Exit mobile version