Nihilumbra

Ben bir oyun editörüyüm, uzun zamandır da bu işi yapıyorum. 2004’ten beri oyunlar ile ilgili yazıyorum, bu sebeple oyunlar konusunda detaylı bir veri bankası oluştu kafamda, en azından kendime bu konuda epey güveniyordum.

Hatta çoğu konuda kendime güvendiğimi söyleyebilirim. Mesela artık hayatta beni şaşırtacak şeylerin sayısının fazla olmadığına karşı inancım var, öte yandan, bunun doğru olmadığını da biliyorum, yine de insan hayatına devam etmek için bir takım şeylere güvenmeyi öğrenmeli, en başında kendine.

Aslında Nihilumbra ile tanışma hikayemi, Tyler Durden’ın Fight Club’ın sonunda söylediği sözler özetliyor: “Benimle hayatımın çok garip bir döneminde tanıştın.”

Yazılarımı takip edenler, özellikle köşe yazılarımı takip edenler benim çok büyük bir Braid hayranı olduğumu bilirler. Durumu özet geçmem gerekirse, Braid ile de hayatımın çok garip bir döneminde tanışmıştım. Garip derken, bunu karanlık anlamında diyorum. İşin komik kısmı, bazı oyunlar, insanın öyle dönemlerine denk gelir ki, içinizde bazı şeyleri tamamen değiştirirler.

Hikayesi, görselleri, anlatmak istediği şeyler benliğinize bir daha asla gitmeyecek şekilde işlenir ve siz o andan sonra değişmiş olursunuz, işte bunu başarmak, bunu başarabilmek gerçekten çok “özel” bir şey gerektiriyor. Bir oyunun böyle etkileri olması için, yapım ekibinin çok özel bir şeyi katmış olması gerekiyor o yapıma. Nihilumbra’da bu var, Nihilumbra’da bu fazlasıyla var.

Nihilumbra, çok fazla şeyi, çok küçük bir kara kutunun içerisinde anlatan, devasa bir yapım aslında. İlk bakışta normal bir puzzle platform oyunu olarak görünse de, oldukça derdi olan ve bu dertlerini video oyunu formatında anlatan bir yapım diyebilirim.

Bu küçük kara kutu “Born” isimli bir varlığın hikayesini anlatıyor. Gerçi “Varlık” demek doğru olmaz, daha çok “Yokluk” demek gerekiyor çünkü Born aslında Void’in, yani “Yokluğun” bir parçası. Hikayemiz tam Born’un yokluğu arkasında bıraktığı anda başlıyor.

Nihilumbra’nın başında Born, hiçliği terkederek dünya üzerinde bir yolculuğa başlar ve bu yolculuk sayesinde dünyayı tanımaya. Her gittiği diyarda farklı bir renk ve bu renge bağlı olarak yepyeni güçler edinen Born, dünyayı çok daha farklı algılamaya başlar ve yavaş yavaş yokluktan “varlık” durumuna geçer.

Fakat bir sorun vardır. Hiçlik, Born’u takip etmektedir. Hiçlik sürekli olarak Born’un peşinde olduğundan, Born’un ardında bıraktığı diyarlar, hiçlik tarafından yok edilmektedir. Yani Born dünyayı dolaştıkça, gezdiği ve çok sevdiği yerler sonsuza kadar yok olmaktadır.

İşte böyle trajik bir hikayesi var Nihilumbra’nın. Oyun boyunca gezdiğiniz beş ayrı diyar var. Bu beş ayrı diyarın her birinde ise Born’un sahip olabileceği bir renk var. Bu renklerin hepsi Born’a ayrı güçler veriyor. Mesela oyunun ilk bölümü olan Frozen Cliffs’te mavi renge sahip oluyoruz.

Mavi renk, oyun dünyasının bir yerine sürüldüğü vakit, o yeri kayganlaştırıyor. Bir sonraki bölge olan Living Forest’ta sahip olduğumuz yeşil ise sürüldüğü alanın zıplama etkisine sahip olmasını sağlıyor.

Oyunda bu kazandığımız renkleri kullanarak ilerlemeye çalışıyoruz, bazı noktalar birden fazla renk kullanımı gerektirirken, bazıları reaksiyonlarınızı sınıyor ve türlü türlü puzzle ile karşılaşıyoruz.

Oyunun bu bulmacalı yanı gerçekten eğlenceli. Özellikle biz ofiste biraz deneysel takıldık, birimiz klavye ile Born’u kontrol ederken diğeri mouse ile renk kullanımlarını kontrol etti, baya eğlendiğimizi söyleyebilirim.

Tabii bütün bunların yanında, Nihilumbra çok ama çok ciddi bir alt metine sahip. Oyunun ana karakteri “Yokluktan”, “Varlık” noktasına geçmeye çalışan bir “Varlık” olduğu için, yaşamın anlamı ve Nihilizm gibi kavramlar üzerinden çok ciddi tikler atarak sorgulatmalar yaptırıyor oyuncuya.

Özellikle daha önce Kierkegaard veya Sartre gibi isimlerin yapıtlarını okuduysanız, gerçekten bazı noktalar tüylerinizi diken diken edecek diyebilirim.  Mesela Born’un Void’den kaçtıktan sonra ilk gördüğü nesnenin bir korkuluk olması ve bundan dolayı kendisini kabul ettirebilmek için daha insani bir forma bürünmesi gibi sahneler, aslında pek çok şeye atıfta bulunuyor.

Benim en çok hoşuma giden şeylerden biri oyunun zorluğunun size hissettirmeden artması. Oyun hikaye modunda öyle çaktırmadan zorlaşıyor ki, siz çoğu şeyi öğrenmiş oluyorsunuz ve bir yerden sonra “oha ben hakikatten çözmüşüm işi” dediğiniz an, merdivenin daha da yükseğe çıktığını farkediyorsunuz. Bunlar gerçekten güzel ve oyuncunun zekasına hakaret etmekten uzak davranışlar. Özellikle bir noktadan sonra 4 saatlik hikaye modu ile hızınızı alamadıysanız, çok ama çok daha zor 6 saatlik Void modu, sizi kesmeye yetecektir.

Kapanışa geçmeden önce, Alvaro Lafuente’nin oyun için yaptığı muhteşem müziklere değinmek istiyorum.  Beautifungames’in Bandcamp profilinden dinleyebileceğiniz Nihilumbra müzikleri gerçekten oyunun atmosferini inanılmaz destekleyen fıstık gibi parçalardan oluşuyor.

Benim favorim özellikle Living Forest ve The City oldu. Bandcamp profilinde oyunun içerisinde kullanılmayan versiyonlarını falan da dinleyebiliyorsunuz o yüzden beğendiyseniz şiddetle öneriyorum.

Nihilumbra, benim son zamanlarda oynadığım en güzel yapım diyebilirim. Güzel olmasının yanında, gerçekten düşündüren ve sorgulatan, gördüğüm en güçlü anlatıma sahip bağımsızlardan biri. Eğer Braid ve Limbo gibi anlatımı kuvvetli, bir derdi olan oyunları benim gibi seviyorsanız, Nihilumbra 2013’te başınıza gelecek en güzel şeylerden biri olabilir.

Nihilumbra Steam Sayfası

Nihilumbra Web Sitesi

Ayrıca ben bu oyunu oynamanızı çok istiyorum, bu sebeple aşağıda soracağım soruyu cevaplayanlar arasından bir talihli belirleyip ona bir adet Nihilumbra hediye edeceğim.
Soru şu: “Kierkegaard’ın “Korku ve Titreme” isimli kitabı, orijinal dilinde hangi tarihte yayınlanmıştır?”

Cevabınızı gunhan@merlininkazani.com adresine gönderin, ben de bir çekiliş yapayım, bir şanslıya Nihilumbra hediye edeyim.

Exit mobile version