28 Eylül Salı gecesi, PES 2011’i merak edenler için önemli bir geceydi. Serinin heyecanla beklenen yeni oyunu, ilk kez halka açık olarak gösterilecek, bununla da kalınmayıp oynanabilecekti. Biz de daha önceden oynadığımız Preview sürümü ve demonun ardından tam sürümü görmek için sabırsızlanıyorduk. Zira gördüklerimizden bazı notlar çıkarmış ve tam sürümdeki oyun görüntüsüyle, tamamlanmamış sürümün arasında ne gibi değişikliklerin olduğunu gözleyecektik. Evet, birçok maddeden oluşan bir makale hazırlamıştım ben (Çoğu detayı inceleme yazısına saklayacağım). Özgür de iyice gözetleme yapabilmemiz için mekâna dürbün getirmeyi uygun gördü. Murat, kendi halinde mutlu mesut yaşarken, Mine abla da elinde kamerasıyla hazır ve nazırdı.
Organizasyon, akşam 20:00’da başlıyordu. Dolayısıyla bizim de yetişebilmemiz için 18:15 vapuruna binmemiz gerekiyordu. Oysa ki saat 18:05’ken biz ofiste maç yapmakla meşguldük. Neyse ki tüm hazırlıklarımızı yaptığımız gibi, maçı bitirdikten sonra vapura binmeyi de başardık (maçı ben kazandım bu arada).
Mahmut: Herkes hazır mı?
Mine: Evet, büyük gün geldi.
Özgür: Kalkış için hazırız Houston!
Murat: Nereye gidiyoz yaw?
Mahmut: Arkadaşlar, bugün PES 2011’in lansmanı vardı ya, oraya gidiyoruz işte.
Özgür: Aaa evet, hatırladım. Belki beleş oyun dağıtırlar diye geliyorum ben.
Murat: Acaba yemek de verirler mi?
Mahmut: Hakkaten ha. Tavuk şiş olsa şöyle mayonezli, ne iyi olurdu. Zaten bugün aç kaldık. Mantı, direkt mideme oturdu, kalkmıyor bi türlü..
Murat: Kuru ekmek – soğana da razıyım ben.
Mine: Hadiii yola çabuk!
Murat: Peki neyle gideceğiz?
Özgür: Mahmut, ayarlıcam demişti bişiler.
Mahmut: Tamamdır beyler, bizim Muhuttin abinin 4 vites kamyonetini aldım. Ön taraf iki kişilik olduğu için iki kişinin de kasada olması gerekiyor. Yer paylaşımı yapalım: Sorumlu başkan Mine abla, şoför de ben olduğuma göre biz öne, Murat ve Özgür de kasaya geçiyor.
Özgür: Acaba gitmesek mi?
Mahmut: Ne dedin Mine abla? Bedava oyun mu veriyorlarmış?
Özgür: Hadi çalıştırın şu arabayı artıkkk…
Mahmut: Tamam, hadi bismillah.
Araba: aaann annn annn cigggg cigggg aaaannn
Murat: Anamm, egzoz dumanından boğulacam, neyle çalışıyor bu araba?
Mahmut: Bizim ablanın kızartma yağlarını kombine ettim.
Mine: Dayanın, az kaldı, Bebek’e geldik.
Özgür: Ne? Bebek mi? Tüm sosyeteye rezil olduk. Onca süper araba, zenginler arasında şu külüstür kamyonetle görünürsem biterim ben, ühühü…
Mahmut: Kes zırlamayı da brandanın altına gir. İleride trafik polisi var. Yakalanmayalım, zaten para yok.
Mine: Evet şu köşeyi döndük müydü, geldik sanırım. İşte burasııı…
Mahmut: Siz inin. Ben arabayı park edip geleyim.
Özgür: İçim dışıma çıktı, amanin ölüyom…
Murat: Ben de yoğun rüzgâr sebebiyle sağır oldum galiba, hiç bişi duymuyom.
Görevli: Beyfendi, burası araba mezarlığı değil. Mekânımızın klası gereği 5 yaşını geçmemiş Porsche, Ferrari gibi arabalar dışındaki araçları alamıyoruz. Karizmamız çizilir sonra.
Mahmut: Tamam, karşıya park edeyim bari, boş bir arsa var. Hadi girelim artık içeriye. Bu arada o boş çantayı niye aldın yanına sen?
Özgür: Hiç, lazım olur belki diye getirdim…
İçeri girdiğimizde herkesin oyunla haşır neşir olduğunu görmemiz uzun
sürmedi. Hiç bir konsol boş değildi ve herkes ağzından salyalar
akarcasına oyunu deniyordu. İlginç olan ise, tüm maçlar 0-0 devam
ediyordu. Yeni maçlara başlansa bile bu skor çoğu konsolda değişmiyordu.
Belli ki PES 2011’in oynanışına henüz alışılamamıştı. Zira gerçekten
diken üstünde dans etmemizi sağlayan bir sistem vardı demo itibariyle.
Acaba hâlâ öyle mi diye şöyle bir aklımdan geçiriyordum ki,
arkadaşlarımla beraber boş bir masa bulup, kamp kurmaya karar verdim,
daha doğrusu verdik.
Mine: Merhaba. Biz Merlin’den geldik, turnuva için.
Görevli: Nasıl yani? Merlin dizisinden mi geldiniz. O dizi de Türkler de mi var? Aman efenim bu ne şereffff..
Murat: Bu adam içmeden sarhoş olmuş, sen bizi tanımıyon mu be adam?
Mine: Öhm.. Biz Merlin’in Kazanı sitesinden geldik.
Görevli: Hııı, anladım şimdi. İşte yaka kartlarınız. Hadi alın ve yemeklerin, şey aman oyunun keyfini çıkarın.
Özgür: Teşekkürler ciğerim.
Bulunduğumuz masadaki kuruyemiş tabağının dolu olması, bizim gelmemizle beraber pek uzun sürmedi. İçecekler eşliğinde güzel güzel tüketilen bu yemişlerin yanında mayonezli salatalık ve havuçlar da vardı. Bulunduğumuz masanın tam orta alanda yer alması itibariyle her yeri rahatlıkla takip edebiliyorduk. Böylece boş bulduğumuz ilk konsolun da başına geçerek oyunu test etmeye başladık.
Murat: Ben hakem olim mi, ben hakem olim mi, bak nooolur?
Özgür: İyi de oyunda hakem kontrol edemiyoruz ki Muratcığım.
Murat: Demek o kadar da geliştirmemişler bu oyunları, neyse spikerlik yaparım ben de o halde.
Mahmut: Burundi nerdeee, Burundi nerdeeee, Ndukumana olmadan maç yapamam ki ben!?!:S%:&?&
Özgür: Maalesef gözüm, öyle takımlara yer yok bu oyunda. Ben boka cünyırs’ı aldım, sen de seç bitane.
Mahmut: Tamamdır, madrit belediyespor’u aldım ben de.
Murat: Ve inanılmaz maç başlıyor sayın seyirciler, tribünlerde 175 bin kişi var, bu nasıl bir atmosfer aman Allah’ım.
Mahmut: büüürşşşş yavaş, az salla biraz…
Gamepad’leri elimize aldığımızda –kendi karşılaşmamız için konuşuyorum- ilginç görüntüler oluşmaya başladı. Orta sahada yapılan karşılıklı top kayıpları, farkla dışarı çıkan şutlar, garip taç atışları, kısa süren deparlar, daha ne ararsanız. Tabii ki bunlar acemilik evresi olduğu için kısa sürede bu kötü tabloyu silmeyi başardık, ancak gol atamadık. Turnuva başlamadan önce yaptığımız 2 maç boyunca kaleye toplamda 3 şut çekebildik ve bunlardan sadece bir tanesi kaleyi tuttu. Murat ne yaptı o sırada bilmiyorum, ama ortalıklarda olmadığı kesindi (belki de gizli yemek dünyasını keşfetti). Mine abla ise, her detayı inceliyor, kimi zaman fotoğraf çekiyor, kimi zaman da diğer konuklarla sohbetler ediyordu.
Tam da ikinci maçımız bittiğinde anons geldi. Turnuva için herkesin isim yazması istendi ve bir anda uzun bir kuyruk oluştu. Diğer dergilerden, sitelerden, hatta televizyonlardan gelen konuklar, tek sıra halini alarak ismini yazdırıyor, sonrasında da takımlarını seçiyorlardı. Çekiliş usulü işleyen bu sistemde, seçtiğiniz kâğıttan hangi takım çıkarsa, turnuva boyunca o takımla oynuyordunuz. Ekibimizden ilk talihli
kişi olan Murat’a Shakhtar Donetsk çıktı. Özgür’e ise, Celtic geldi. Sıra bana geldiğinde ise, elime iki kâğıt geldi. İlki elimden düştüğü için onu seçtim. Çıka çıka Galatasaray çıktı. Tamam çok güzel bir ekip, ama ne bileyim Barcelona çıksa daha iyi olurdu sanki. Belki diğer çektiğim kâğıtta daha güçlü bir takım vardı, neyse. O esnada yaptığım nabız yoklamasında da genellikle herkes Barcelona’yı kontrol etmek istiyordu, ama öyle olmadı haliyle.
Turnuva başlamadan önce ise, açık büfe hizmete girdi ve herkesin dikkati bir anda oraya çevrildi…
Anons: Yimekk haziirrrrr
Özgür: Ama…
Murat: Ne?
Mahmut: Ama bu sesss?
Mine: AAA bizim abla buu..
Anons 2: Yimek hazirr diyommm, hazır mantı yaptum, gelin yeyin hadii.
Mahmut: Bu bir kâbus olmalı, açlıktan ölüyom yaaa, mantı istemiyoom, gene mii ühühüüh
Murat: Açlıktan artık şu masa örtülerini yiyecem, tadı nasıl acaba?
Şaka bir yana. Yemekler gayet güzeldi. Kızartma patates, sosis, şiş tavuk ve daha ne ararsanız vardı. Karnımızı doyurduktan sonra, sıra ödüllü turnuvaya gelmişti. Birinci ve ikinciyi X360 konsol + oyun, üçüncü olana da oyun ve futbol topu hediye ediliyordu. Uzatmadan maç detaylarına geçiyorum şimdi de…
Yapılan çekiliş sonrasında bir sürpriz yaşandı ve ilk karşılaşmada ben ve Özgür eşleştik. Doğal olarak karşılaşmanın adı Galatasaray – Celtic olarak belirlendi. Aynı anda 30 kişi daha ilk karşılaşmalar için harekete geçti. Oynadığımız maçtan yine gol sesi çıkmadı ve ilginç hareketler eksik olmadı. Şunu belirtmeliyim ki, kondüsyon gücü olarak Galatasaray biraz geride kalmış, ama tek bir futbolcu hariç; Sabri Sarıoğlu. Onun için ne desek bilemiyorum. Top dışarı çıkmasın diye öyle bir depar attı ki, topu çeldi, ama kendisi reklam panolarına kafa üstü bodoslama uçtu. Bu sahneyi gören herkesin kahkahalar atması, bizi bir an olsa da maçtan çok Sabri’ye odakladı ve sonuç değişmediği için önce uzatmalar, ardından da penaltılara geçtik.
Özgür: Gene mi penaltılar ya.. En beceriksiz olduğum konudur penaltı atmak. Halbu ki frikik olsa, affetmezdim.
Mahmut: Şut tuşu hangisiydi acaba? Sürekli FIFA ile PES’i karışık oynarsam, olacaı budur tabii ki. Neyse şansımı deneyeyim artık.
Murat: Evetttt, sayın seyirciler, nefesleri kesen, sonra diken mücadelede gol sesi çıkmadı. Şimdi ilk penaltıyı Galatasaray kullanıyor ve gooooollll…
Murat: Şimdi Celtic’li futbolcu geliyor topun başına, vuruyor ve top köy meydanına gidiyorr. İnanılmaz, ama gerçek.
Mahmut: Vay be. Sana boş yere ufoözgür demiyorlarmış hakkaten, topu fezaya yolladın be.
Murat: Galatasaray’da ikinci penaltı da golle sonuçlandı. Şimdi Celtic’de sıra. Şuttt ve top belediye meclisine düşüyor bu kez. İnanılmazz. Nereden biliyorsun diye sormayın, mobese kameralarından görüyorum seyirci sayınlar, aman sayın seyirciler…
…. Kaide bozulmuyor, gol olmuyor. Özgür’ün bu sefer attığı penaltı da caddeyi geçip dereye düştü. Bunca top heba oldu, böyle giderse maçı devam ettirecek top kalmayacak…
Sonuç olarak bu ilk karşılaşmayı, ilginç de olsa penaltılar sonucunda 2-0 kazanmayı bildim ve bir üst tura geçtim. Özgür’ün elenmiş olması onun umrunda bile değildi, zira zaten yenileceğini biliyordu. Ben ise, geleceğe umutla bakıyordum. Biz orada kapıştıktan sonra sıra Murat’ın maçına geldi. Murat’ın rakibi de Sevilla’ydı. Maçın ilk yarısında yediği kulak arkası golüyle mağlup olan arkadaşımız, Özgür’den sonra Merlin ekibinde turnuvaya veda eden ikinci isim oldu. Geriye sadece ben kalmıştım ve ikinci maç için hazırdım.
İkinci maçtaki rakibim Marsilya oldu.İlk maçtaki heyecanlı penaltılar, çoğu katılımcının ilgisini çekmiş olacak ki bu maçta her yanımızda taraftarlar vardı. Gerçi beni destekleyen yoktu, ama olsun, en azından ilgi iyiydi. Ama bir dakika. Özgür’den bir ara cılız da olsa “maaamutt, maamuut” diye tezahürat duydum. Buna da şükür.
Marsilya karşısında da savunma futbolunu benimserken, orta sahadan düzenli olarak kaleye çektiğim şutlardan sonuç alamadım. Dolayısıyla maç yine uzatmaya gitt. Bu sırada rakibime bazı uyarılar gitmeye başladı.
Taraftar 1: Bak, dikkat et. Bu adam maçlarını penaltılarla kazanıyor anlaşılan. Tüm maç boyunca savunma yapıyor. Penaltılarda iş bitiriyor.
Tarafta 2: Evet, dikkat et, az evvel ben de gördüm öyle yaptı, çocuğu ağlattı hem de.
Taraftar 3: Lanet olsunnn diye yuhalıyor taraftarlar….
Bu uyarılar doğru çıktı ve maç penaltılara kaldı. İlk etapta geride olan taraf bendim. Bayağı bir penaltı kaçırdım ve eğer rakibimin kullandığı penaltı gol olsaydı, elenecektim. Gol olmadı, çünkü müthiş bir şekilde kurtardım ve sonrasındaki gollerimle Marsilya’yı da elemeyi bildim. Bu esnada öyle bir coşku oldu ki herkes “cimbombom” tezahüratları eşliğinde tepinmeye başladı. Bir Trabzonspor’lu olarak ben de onlara katılmayı ihmal etmedim. Bir de baktım ki Lig TV kamerası ve muhabiri yanıma gelmiş. Bu sevinç esnasında minik bir röportaj yapmayı da ihmal etmedim, sizin anlayacağınız.
Mine: Hadi gitsek mi artık, geç oldu gibi?
Murat: Ben elendim zaten, güzel yemek de yoktu, gidebiliriz yani
Mahmut: Durun be, yolu bilmiyom ben. Önce bir eleneyim, öyle gideriz.
Özgür: İyi madem, hadi çabuk yenil de gidelim. Daha Taksim’e uğrayıp, topladığım kuruyemişleri satcam.
Mahmut: Nasıl yani? Aaa o çanta boş değil miydi?
Özgür: Doldurdum az evvel. Bayağı kuruyemiş varmış etrafta, ziyan olmasın dedim. Hem bunları satarak 1 hafta sonraki ozi ozborn konserine bilet alacam, hayırlı bi iş yani…
Murat: hıııı iyiymiş.
Turnuvadaki üçüncü ve son maçım ise, benim için bir skandala dönüştü. Yıllardır futbol oyunları oynarım, ne böyle bir durumla karşılaştım, ne de birisi bana böyle bir olaydan söz etti, dert yandı. Uzatmadan maça geçelim.
Bu sefer ki rakibim Monaco’ydu. Her ne kadar Murat, “bu Fransız oyunlarına dikkat et” dese de, ben ona aldırış etmedim. İlk yarı yine 0-0 bitti. Özgür’den o esnada sürekli taktikler alıyordum.
Özgür: Mahmut, sert oyna, 3 oyuncuyu sakatlarsan iş kolaylaşır. Nasıl olsa penaltılarda bitireceksin işi. Eğer iyi oyuncuları sakatlarsan, penaltı atacak adam da kalmaz.
Mantıklı bir düşünceydi aslında. O maça kadar da hiç bir futbolcuyu sakatlamamıştım. Psikolojik bir etki mi bıraktı bilmem, ama o maçta 3 rakip oyuncuyu sakatladım. Kırmızı kart görmediğim için şanslıydım, ama asıl şanssızlık sonradan beni bulacaktı. İkinci yarıda da gol olmadı ve maç yine uzatmaya gitti. Arkama şöyle bir baktım da, ufak bir tribün oluşturacak kadar insanın toplandığını gördüm. Maç o kadar heyecanlı gidiyordu ki, izleyenlerden biri elindeki bardağı düşürüp kırdı.
Dakikalar 119’u gösterirken, herkes penaltılar için hazırlanmaya başlarken, bir taç atışı kullandım. Top Arda’ya ilk kez geldi ve bir vücut hareketi yaparak kaleciyle karşı karşıya kaldım. Dakika 120 olmuştu. Topu ağlarla buluşturdum ve ortam bir anda coştu, ama bu coşku uzun sürmedi. Zira hakem, golümü saymayarak faulü uygun gördü. Top tam çizginin üzerindeyken benim adamıma yapılan bir müdahale, hakemi faul kararı vermeye itti ve golü iptal etti. Böyle bir durumda avantaj verilmez de ne yapılır? Böylece turnuvada “maç içindeyken” attığım ilk gol sayılmayınca, penaltılarda da benim için turnuvanın sonunun geldiği belli oldu.
Özgür: Mahmut, kaç kere söyledim, Brundi’yi düşün diye. Olmadı Mahmut, çok inanmıştık, çok…
Murat: Oww, Mahmut’un kaleye 10 şutu var. Rakibinin şutu yok, ama penaltılarda yendi. Hem o gol nasıl sayılmadı,hâlâ anlayamadım. Neyse eve gidelim hadi.
Böylelikle ben de elenince PES 2011’de turnuva maceramız bitmiş oldu. Hediye paketlerini kaptığımız gibi arabaya atladık. Tamam, o konu o sırada dilimden düşmedi, hatta fazla bile konuştum. O son pozisyon, benim oyun hayatım boyunca gördüğüm en ilginç ve unutulmaz anlardan biri olarak hafızamda yer alacak. Sırada eve dönüş vardı artık. Tüm ekip bir anda İstanbul’un dört bir yanına doğru dağılmak için karanlıkta kaybolurken, ben de eve doğru yürümeye başladım.
– ….Eyvah!! Kamyoneti unuttuk!