Tom Clancy’s The Division 2

The Division 2 inceleme: 2013 yılını hatırlayın. Ubisoft’un E3 2013 fuarında tanıttığı The Division, ilk duyuru videosu ile ortalığı ayağı kaldırmış, grafikleri ile bizleri büyülemiş, oynanış elementleri ile hepimizi heyecanlandırmıştı. Hatta video oyunları tarihinin en çok “hype” yaratan oyunlarından biri haline gelmiş, oyuncuları soktuğu beklenti ile ön sipariş düğmelerini aşındırmayı başarmıştı. Gel zaman git zaman yayınlanan videolar, açıklanan bilgiler derken The Division, 8 Mart 2016 yılında raflardaki yerini almış ve ne yazık ki o zamanlar için bir Ubisoft klasiği olarak ortadaki görsel downgrade ile beklentileri karşılamaktan uzak kalmıştı. Aslına baktığımızda ilk oyunun hayal kırıklığı yaratmasının en büyük sebebi görsellerde yaşanan kalite düşüşü değil, içeriksel anlamda oyunun eksik kalmasıydı. Ubisoft ve geliştirici Massive Entertainment çıkarılan güncellemeler ve DLC’ler ile her ne kadar oyunun eksikliklerini kapatıp, içeriksel olarak doyurucu bir yapım ile ilk Division’ın sonuna gelse de, bir oyun çıktığında beklentilerin altında bir performans gösterirse, toplaması çok güç oluyor ve The Division‘da bu yüzden hiçbir zaman istediği noktaya ulaşamayan bir yapım olarak kalmıştı.

The Division 2 inceleme

Tabii ki Ubisoft ve Massive ellerindeki IP’nin potansiyelinin farkında olarak ikinci oyun için çalışmalara başladı. İlk oyunda yaptıkları hataya düşmeyerek oyunu nispeten daha mütavazi bir tanıtım ile oyunculara sunan yapımcılar, ilk oyundan üç yıl sonra The Division 2’yi piyasaya sundu. New York’un karla kaplı sokaklarından, Washington D.C.’nin güneşten kavrulmuş asfaltlarına yapılan yolculuk, oyunu görsel anlamda daha az etkileyici kıldı, her ne kadar yapım teknik anlamda geliştirilmiş olsa da, yaşanan tema değişikliği birçok oyuncu için, “ilk oyun daha güzel gözüküyordu” yorumlarına neden oldu. Lakin yaşanan bu görsel tema değişikliğinin yanında The Division 2‘nin içeriksel olarak da farklı bir noktaya ulaştığını hızlıca fark ettim. Ubisoft hatalarından ders almış, ve ikinci oyunu daha ilk birkaç saatte içerik anlamında çok daha dolu şekilde geliştirdiğini hissettirmeyi başardı. Henüz oyunun başlarında olmama rağmen, karşımızda ilk Division gibi son seviyeye ulaşıp kenara atacağınız bir oyun yok gibi gözüküyor.

Belirtmiş olduğum gibi bu inceleme de artık AAA kalitesindeki oyunlardan alışık olduğumuz gibi iki bölümden oluşacak. Oyunun nispeten bir MMO olması ve asıl büyüsünün End Game diye tabir edilen son seviyeden sonra başlaması dolayısı ile bir nefeste oyunu tam anlamı ile inceleme ve tüm yönlerini görme şansımız yok. Bu yüzden incelemenin ilk bölümünde oyunun şimdiye kadar gördüğüm mekaniksel yönlerine yoğunlaşacak, tahminen iki hafta içerisinde ikinci bölümde detaylı bir inceleme ile oyunun nihai puanını ve artı eksilerini paylaşacağım. Eğer ilk oyunu 100 saatin altında oynadıysanız ve satın almak için fikirlerimizi merak ediyorsanız, nihai inceleme sonucunu ve puanı beklemenizde fayda var, keza incelemenin ilk bölümü buz dağının yalnızca görünen kısmını anlatacak.

Öncelikle oyunun hikayesinden başlamak istiyorum. Bildiğiniz gibi ilk The Division oyunu, dünyayı saran ve para üzerinden bulaşan Green Poison isimli bir virüsün dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu ortadan kaldırması ve bu salgının hemen sonrasını konu alıyordu. The Division‘daki New York tasarımı da bu tip bir salgının hemen sonrasını yansıtacak şekilde, taze bir kıyamet sonrası görselliğine sahipti. Yolda gördüğümüz birçok polis aracının ışıkları hala açık haldeydi. Sokakta ceset torbaları mevcuttu ve hala daha insanlar evlerini terketmemiş, yolda yürürken pencereden bizleri izlediklerini görebiliyorduk. Bu gibi detaylar ile oyunun tarihsel aralığı da oyuncuya yediriliyordu.
Ancak The Division 2, salgından uzun bir zaman sonrasını konu alıyor. İlk oyunda gördüğümüz ceset torbalarının büyük çoğunluğu toplanmış, araçların aküleri bitmiş ve ışıkları sönmüş, evlerde yaşayan insanlar kalmamış, sağ kalanlar topluluklar halinde güvenli bölgelere yerleşmiş ve hatta siviller toplanarak anarşistlere karşı ayaklanmış. Yaşanan bu zaman değişiminin etkileri belki ilk başta dikkatinizi pek çekmese de ve hatta “ya böyle güzel detaylar vardı, nerde bunlar?” diye sorgulatsa da, hikayenin işleyişi ile birlikte mantıklı hale geliyor ve anlayışla karşılanıyor.
Diğer yönden hikayenin ana temasında Washington D.C.‘deki acil çağrıya cevap veren bir Division ajanı rolünü üstleniyoruz. İlerlediğim ve gördüğüm kadarı ile (spoiler vermemek için detaya girmiyorum) oyunun hikayesi belli bir ana hikayeyi ilerleterek devam ettirmek yerine, daha lokal ve küçük hikayelerin ve görevlerin birleşmesiyle oluşuyor. Ancak ana konu tabii ki Washington D.C.’yi anarşistlerden ve isyancı gruplardan arındırmak olarak öne çıkıyor.
Şimdi gelelim oyundaki görev yapısının nasıl işlediğine. Açık dünya oyunlarından alışık olduğumuz şekilde The Division 2‘de de görevler haritanın belli noktalarında bizleri bekliyor. Dilerseniz tek başınıza, dilerseniz ile matchmaking yardımı ile başkalarıyla yada arkadaşlarınızla oyundaki ana görevleri yapabiliyorsunuz. Ana görevlerin yanında yan görevlerde mevcut. Ne yazık ki yan görevlerde herhangi bir matchmaking şansınız bulunmuyor. Bazı yan görevlerin hayli zor olduğunu da hesaba kattığımızda, yan görevler için de bir matchmaking sistemini arzulamadım değil. Görevlerin işleyişi ise ilk oyuna oldukça benziyor. Bazı görevlerde birini korurken, bazılarında belli bir yere saldırı ya da savunma yapabiliyoruz. Oyun içerisindeki görevlerin işleyişi, zorluk bakımından oyuncuya keyif veriyor, ancak dinamiklik bakımından biraz fazla sade kalıyor. Daha farklı aksiyonlara girmek, biraz daha sinematik bir deneyim yaşamak isteyebiliyorsunuz.
Görevlerde bahsettiğim zorluk durumunu biraz açmak istiyorum, keza oyunun takdire şayan noktalarından biri yapay zekası. Oyun dünyasında yapay zekası övgü alan oyun sayısı bir elin parmağını geçmediği için The Division 2‘nin burada takdir edilmesi gerekiyor. Oyun içerisinde karşılaştığınız düşmanların yeteneklerine göre pozisyon alması, canınız azaldığında yada şarjör değiştirirken üzerinize hamle yapmaları, kendi aralarında iletişim kurmaları ve etrafınızı sarmaları harikulade olmuş. Yapay zekadaki bu dinamikliğin oyun keyfine ciddi bir etkisi var. Henüz ana görevlerde ve nispeten düşük seviyelerde yapay zekanın böyle başarılı olması, oyunun raid’leri ve stronghol adı verilen büyük çaplı görevlerde ne kadar zorlayıcı anlar yaşayacağımız göstergesi. Ayrıca oyundaki farklı düşman factionların farklı taktikler kullanması da ince ve hoş detaylardan biri. Örneğin The True Sons adı verilen anarşist grup çok daha agresif ve rastgele bir strateji izlerken, Outcasts adı verilen faction’ımız daha organize ve taktiksel bir strateji izliyorlar. Massive Entertainment’ı bu noktada tebrik etmek gerekiyor.
The Division 2‘nin envanter ve yetenek sistemini incelemenin ikinci yarısında detaylandıracağım. Ancak ilk bölümde de inceden bir dokunmak istiyorum. Öncelikle kullanabileceğimiz aktif yetenek sayımız ilk oyundaki gibi 2 adet. Aslında ilk oyunda 2 normal 1 adet de ultimate yeteneğimiz mevcuttu. Fakat bu Ultimate yeteneğimiz ikinci oyunda farklı bir boyut kazanmış gibi gözüküyor. Ultimate bir yetenek yerine specialist adı verilen ve özel bir silahı kullanımımıza sunan yapımcılar, bu sayede daha farklı bir deneyim sunmayı amaçlamış gözüküyorlar. 30. Seviyede açılan bu specialist seçimini henüz deneyimleme şansına erişemedim, lakin her specialist seçeneğinin bir adet Signature Weapon’a sahip olması ve bu silahın hayli güçlü olması, keyifli bir deneyim yaşatacak gibi gözüküyor. Ancak detayları nihai incelemeye saklıyorum.
Diğer yandan standart yeteneklerimiz ikinci oyunda özelleştirilebiliyor. Çevreden ve görevlerden topladığımız SHD Tech’ler ile yeteneklerimize farklı işlevler kazandırabiliyoruz. Ayrıca tıpkı silahlarımıza takdığımız mod’lar gibi yetenekleri de mod’lama imkanımız mevcut. Bu da The Division 2’nin yeniliklerinden biri.
Oyundaki silah çeşitliliği ve silah kullanımında da iyileştirmeler mevcut. İlk oyunda hayli eleştiri alan TTK (Time-To-Kill) yani birini öldürmek için uğraş süremiz kısaltılmış gözüküyor. Ayrıca ilk oyunda rahatsız edici bir deneyim yaşatan vuruş hissiyatı da iyileştirilmiş. İlk oyundaki süngerden mermi hissi giderilmiş ve daha düşmana isabet eden her mermiye bir tepki eklenerek daha başarılı bir hissiyat oluşturulmuş. Ayrıca elite düşmanların zırhlarının kırılması ve kırıldıktan sonra gerçekçi bir şekilde hasar alması ve hızlı bir şekilde öldürülebilmeleri oyunun RPG yapısını bozmadan gerçekçi kalabilmesinin önünü açmış. Bu da The Division 2’nin en sevdiğim yönlerinden biri oldu.
The Division 2’nin köklü değişikliğe gidilen bir diğer yönü ise silahlara eklenen mod’larda yapılmış. İlk oyundaki silah mod’ları silahı direkt olarak güçlendirken, ikinci oyunda bu durum daha çok özelleştirme benzeri bir hal almış. Örneği silaha taktığınız bir susturucu, silahın stabilitesini arttırırken menzilini düşürebiliyor, veya bir dipçik tepmeyi azaltırken şarjör değiştirme süresini arttırıyor. Yapılan bu değişiklik için forumlarda farklı tepkiler var, kimileri sistemi severken, kimileri ise eleştirmiş. Bense şahsen eski sistemden daha fazla memnundum, çünkü taktığınız bir dürbünün örnek vermek gerekirse kritik şansını azaltması mantıklı gelmiyor. Ancak Ubisoft‘un bu saatten sonra bu sistemi değiştirebileceğini zannetmiyorum. Yani elimizdeki ile yetinmek zorundayız.
Zırh ve kozmetik sistemi ise ilk oyundaki şekli ile karşımıza çıkıyor, kozmetik olarak üzerimize farklı kıyafetler giyebiliyorken, zırhlarımız ise giydiğimiz kıyafetlerin üzerinde gözüküyor ve özelleştirme tarafında geniş bir yelpaze sunuluyor. Zırhların ve kıyafetlerin ayrı ayrı sunulması ilk oyunda da beğenimi kazanmıştı. Ancak ikinci oyunda en azından bazı zırh parçalarının gizlenebilmesini isterdim, keza bazı oyuncular devasa çelik yelekler giyerek dolaşmak istemiyor.
İki bölümden oluşacak bir inceleme için ilk bölümün fazla uzun kaldığını kabul ediyor ve şimdilik ara veriyorum. İncelememizin ikinci bölümünde eksik kalan kısımları, End Game’i, PvP mod’larını, grafikleri ve diğer teknik detayları masaya yatıracağız. Şimdilik hoşçakalın.
The Division 2 ile uzun bir vakit geçirdikten ve oyunun neredeyse tüm sunduklarını deneyimledikten sonra artık incelemeyi tamamlayabileceğimi düşünüyorum. Öncelikle The Division 2’yi 35 saat oynadıktan sonra genel hatları ile beğendiğimi, ilk oyundan çok daha başarılı bulduğumu belirtebilirim. Ubisoft bu sefer gerçekten de ilk oyundaki hatalarından ders alarak karşımıza yere çok daha sağlam basan bir oyun ile çıkmış. İlk oyunda son seviyeye geldikten sonra yapacağımız birşey kalmaması ve tamamen Dark-Zone‘a hapsolmamız, ikinci oyunda yapılacak birçok farklı etkinlik ile desteklenerek uzun süreli bir oyun ile karşımıza çıkmış.
The Division 2’nin End-Game etkinliği olarak sayabileceğimiz stronghold görevlerinden iki tanesini başarıyla tamamladım. Deneyimlerime yorumlamak gerekirse Stronghold görevleri ilk oyundaki incursion’lara benzer bir yapıda ve zorlukta gözüküyor. Görev içerisindeki düşmanların yapay zekası tıpkı standart görevlerde olduğu gibi hayli başarılı, sizi ne zaman sıkıştıracaklarını iyi biliyor, hamlelerinize farklı hamleler ile tepki verebiliyorlar. Ayrınca önümüzdeki hafta Ubisoft oyunun ilk Raid’ini de aktif edecek ve 8 kişi ile birlikte Raid’lere giriş yapabileceğiz. Raid’ler ile birlikte oyunun çok daha keyifli bir hal alacağını tahmin etmek güç değil, keza birçok oyunda Raid’ler oyunun son adımını oluşturuyor.
Division 2’nin PvP mod‘u ise yine ilk oyunun ilk halinde mevcut olmayan bir özellikti, daha sonra DLC ile oyuna eklenen Conflict mod’u sayesinde oyuncular birbirleri ile savaşabiliyordu. The Division 2 ise çok şükür bu eksik ile gelmedi ve çıktığı gün itibari ile Conflict mod’una sahip olarak bizleri sevindirdi. Her ne kadar oyun mod’u sayısı şuan için sadece 2 ile sınırlı olsa da, ekipmanlarınızı Dark Zone’da kaybolmadan rakip oyuncular üzerinde deneyebilmek, gelişmenizi hissetmeniz açısından çok başarılı olmuş. Ayrıca oyunun oyuncu ekipman güçlerini dengelemesi sayesinde de arada çok uçuk farklar oluşmuyor, sadece ekipmanlarınızın talent ve grade gibi özelliklerini kullanabiliyor ve keyifli bir oyun deneyimi yaşayabiliyorsunuz. Ayrıca her PvP mod’u sonrasında aldığınız kutular sayesinde de güzel ekipmanlar elde etme şansınız mevcut, bu da PvP mod’unu sadece eğlence odaklı değil, gelişme odaklı bir hale de getirmiş. Şuan için PvP mod’unda en acil gelmesi gereken şey harita ve mod sayısı, keza koca mod’da yalnızca 3 haritanın olması oyuncu sıkabiliyor. Ancak gelecek DLC’lerin ücretsiz olacağını da ön plana aldığımızda şuan için bu eksiklikleri gereğinden fazla eleştirmemek gerekiyor.
The Division 2’yi bunca uzun bir süre oynadıktan sonra incelemenin ilk bölümünde de bahsettiğim mod sisteminin eksiklerinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Mod sistemi bildiğiniz gibi ilk oyundaki gibi işlemiyor. Eklediğiniz her mod parçası silahın bir özelliğini arttırırken diğer özelliğini düşürüyor. Bu durum oyunun sonuna doğru ise can sıkıcı bir hal almaya başladı. Keza mod’lar arasında doğru bir kombinasyon yapabilmek çok zor bir hale geliyor. Örnek vermek gerekirse tamamen isabete odaklı bir silah mod’laması yapmak isterseniz hem Accurasy hem de Stability’yi arttıramıyorsunuz, bunlardan birini buff’layan tüm mod’lar diğerine eksi olarak etki ediyor ki bu da tam olarak istediğiniz silahı oluşturamamanıza neden oluyor. Ubisoft’un bu mod işini nasıl çözeceğini bilmiyorum ancak bu sistemin değişikliğe ihtiyacı var. Belki eklenecek olan yeni DLC’ler ile birlikte mod’lar için de farklı bir sistem getirilebilir. Örneğin silahlar gibi mod’lar da farklı kalite derecelerine sahip olur ve eksi özellikler bu sayede azaltılabilir.
The Division 2’de dikkat ettiğim eksikliklerden biri de kozmetik açıdan oyunun ilk oyuna kıyasla çok daha az içerik barındırması. İlk oyunu oynayanlar hemen hatırlayacaktır, oyunda farklı bölgelerde gezinirken onlarca farklı kozmetik eşya bulur, karakterimizi dilediğimiz gibi özelleştirebilirdik. Ancak Division 2’de durum ne yazık ki böyle değil. Ubisoft’un The Division 2’yi kozmetik olarak finanse etmesi dolayısı ile bilinçli olarak kozmetik ekipmanların sayısında büyük bir düşüşe gidilmiş. Bu durum oynanışa bir etki etmiyor olsa da kişiselleştirmeye önem veren oyuncular için can sıkıcı bir durum olacak gibi gözüküyor. Keza ilk oyundaki kadar özelleştirilmiş karakterleri bir süre göremeyeceğiz.
Şimdi gelelim The Division 2’nin beni en çok etkileyen yerine, grafiklerine. İlk Division oyununu şuan açıp oynasanız, hele bir de yoğun karlı havaya akşam saatlerinde denk gelirseniz görsel açıdan hala daha ne kadar başarılı bir oyun olduğunu hissedersiniz. Massive’in geliştirmiş olduğu Snowdrop motoru, görsel anlamda cidden başarılı bir motor. İlk oyunda özellikle Volümetrik Sis ve duman efektleri ile tam bir görsel şölen yaşatmayı başarmıştı. Ayrıca Ray Tracing kullanmadan özel bir teknik ile Global Illumination özelliğini konsollarda dahi kullanan Ubisoft, görsel anlamda uzun yıllar boyunca performansından birşey kaybetmeyecek bir oyun ile karşımıza çıkmıştı. The Division 2 ise teknik anlamda yine başarılı bir oyun, ancak etkileyicilik tarafında ne yazık ki ilk oyunun atmosferini kaybetmiş gibi gözüküyor. Oyunun karlı bir New York’tan güneşte kavrulan Washington D.C.’ye geçmiş olması oyunun görsel etkileyiciliğine ne yazık ki darbe vurmuş.
Ancak bu demek değil ki oyun teknik anlamda ilk oyundan geride, aksine Ubisoft ve Massive motor üzerinde ciddi iyileştirmelerde bulunmuş ve oyunun ışıklandırma, gölgelendirme, uzak mesafe detayları gibi noktalarına etki etmeyi başarmış. Oyunun özellikle Dark Zone alanlarında muhteşem gözüktüğünü belirtmeme gerekiyor. Ayrıca puslu veya yağmurlu havaya akşam saatlerinde denk geldiğinizde yine oyunun görsel etkileyiciliği de artıyor ve grafiklerin kalitesini görebiliyorsunuz.
Sesler tarafında ise büyük geliştirmeler şahit olmadım. Silah sesleri, çevre sesleri başarılı fakat ilk oyundan farklı değil. İlk oyunda radyo’da program yapıp sürekli komplo teorisi üreten radyocu arkadaş ise ikinci oyunda mevcut değil, kulaklarım onu aramadı değil…
Uzun lafın kısası The Division 2, ilk oyunu seven oyuncuları memnun etmeyi fazlasıyla başaracaktır. Ubisoft isminde 2 olan bir oyunu ilk oyundan daha kötü bir halde piyasaya sürmediği için şükrediyoruz. Keza günümüzde sonunda 2 yazıp, ilk oyunun yarısı kadar içerikle piyasaya sunulmuş oyunları düşünürsek Ubisoft’u bu yanlışı yapmadığı için tebrik etmek gerek. Üstüne bir de oyun için çıkacak tüm DLC’lerin ücretsiz olarak yayınlanacak olması da oyuncu topluluğunun bölünmemesi noktasında doğru bir karar olmuş. Eğer ilk Division oyununu beğendiyseniz ikinci oyun sizleri kesinlikle memnun etmeyi başaracaktır. Ayrıca Anthem’dan da beklediğini bulamayan veya Destiny 2’den sıkılan The Division 2’den beklediğini bulabilir.
Exit mobile version