Yetişkinler için yazılıp, çizilen bir çizgi roman aradan geçen birkaç yıl ve dünyayı kendine esir eden, sevmeyeni çok olsa da büyük bir zevkle izlenen bir dizi. Sadece bir yıl sonra PC ve konsol oyuncuları için bir sonraki bölümü beklenen bir oyun: The Walking Dead: The Game!
Her şeyden önce bu eleştirinin önceki üç episode’a ait SPOILER içerebileceğini, oyuna yeni başlayacaksanız alması yüksek ihtimalli zevk ve dehşeti baltalayabileceğini unutmayın. Son olarak karşımızda sinematik olarak ilerleyen, hafif adventure soslu, önünüze geleni parçaladığınız değil, en sevdiğiniz kişilerin yanıbaşınızda katledildiği, size zorla mezar kazdırıp, gözlerinizi yaşartmaya bile sebep olan “sevimsiz” bir oyun var. Lee, her eve bir tane Clementine ve sürekli değişen “diğerleri” ile birlikte çıkılan yolculuğun son adımlarına merhaba deyin.
İlk üç bölüm boyunca sayısı sürekli değişiklik gösteren hikayenin karakterleri ile (tabiri caizse) hem sevişip, hem de savaştık. Üçüncü kısımda işler daha ne kadar kötüye gidebilir, bu insanlar daha ne kadar acı çekebilir ki, derken imdadımıza dördüncü bölüm olan “Around Every Corner” koştu. Koştu diyorum çünkü her an olmasa bile Lee ve diğerleri sürekli olarak kaçmak, araştırmak, korkmak ve (yine) acı çekmek durumunda kalıyorlar. Küçük Clem için kendimizi defalarca ölümün eline veriyor, sonra geri çekmeye çalışıyor ve bazen de başarıya ulaşıyoruz.
Episode 3 – Long Road Ahead öyle bir final ile bitmişti ki, “o kim olabilir ki?” sorusu aklımızdan neredeyse iki ay boyunca çıkmamıştı. Episode 4 bu bilinmeze yanıt verecek gibi davransa da, her yeni sahnede yerine yenilerini ekliyor.
Yol yürünür olunca(!) “Tekne de tekne!” diye tutturan bencil aile babamız sayesinde girdiğimiz ilçe daha ilk dakikadan bizler için ölüm kapanına dönüşüyor. Kimin çaldığı belli olmayan (cevabı çok sinir bozucu) kilise ve okulun çanları, nefes alan tek bir canlıya rast gelememek, gizemli sesin tehditleri, uyarıcı olarak kullanılan zavallı zombiler, ütopyaya ulaştığı söylenen faşist bir komün, Clem’in ailesi, parçalanan hayatlar, çıkarcı doktorlar, bitmek bilmeyen bencillik salgını, hayatta kalma serüveninin çirkinlik adı altında bile adlandırılamayacak pozisyona gelmesi, daha nice sıradan günlük olaylar.
Günlük diyorum çünkü zombi gibi fantastik bir öğeyi oyundan çıkarttığımızda, geriye sadece şimdilerde yaşadığımız dünya kalıyor. İstismar, tecavüz, sadece güçlülerin zarar görmediği bir toplum. Tek bir kılı için tüm arkadaşlarını feda edebilenler, acısını üzerine bahane olarak giyinip diğerlerini yok sayan sözde hümanistler. TWD: The Game’in bu kadar başarılı olup, aynen çizgi roman serisindeki gibi efsane olmasının sebebi de bu zaten. Çoğu benzeri yapım gibi bizlere hayalini kurduğumuz kahramanlar, muhteşem vücutlu yan karakterler, 35 metrelik düşmanları eliyle deviren tipler yerine direk olarak “biz”i sunması. Hal böyle olunca da benimsediğiniz her bir karakter için yüreğiniz ağzınıza geliyor, kıl olunanlaraysa öfkeden köpürdüğünüz anlarla dolu bir hikayeyi izliyorsunuz.
Çizgi romana yaraşır grafikleriyle hem bir noktada bu bir kurgu diyor, diğer yandan ise bunlar gerçek, emin ol diyor. Ölülerle dolu sokaklar, lağımda verilen son nefesler, terk edilmiş evlerin o rahatsız edici havası iyice boğuyor sizi. Kaplamalar önceki bölümlere göre çok daha “temiz”, mekan çeşitliliği sayesinde daha detaylı, dolayısıyla da daha tatmin edici.
İkinci episode’la başlayıp, üçüncüsüyle olmaz artık, dedirten hikaye akışı, karakter değişimleri, “olmaz olmaz demeyin”cilik adeta tavan yapıyor. Şimdi kurtulduk derken kafanıza inen bir başka çekiç “Ben bu oyunu eğlenmek için oynamıyor muydum yahu?” diye düşünmenizi sağlıyor. Kaç tane oyun size sessizliğin içinde mezar kazıp, daha sonra da kapatmanızı ister ki? Ya da ufacık bir canı almanızı, başkalarını ekip, kendinizi kurtarmayı seçmek durumunda bırakır?
Biliyorum, biraz boğucu oldu ama bu oyunun, bu sezonun en kuvvetli yaşattığı his bu zaten. Sürekli ahlaki kararlar vermeniz, kendinizle çelişmeniz, şok olup ağlayacak noktaya gelmeniz bu oyunun arzularından başlıcaları. Her bir yeni bölümle artan aksiyon ve kan seviyesini, karamsar hikaye akışı ve bitsin bu acı dilekleri dolduruyor.
Bu sezonun son bölümü olan Episode 5 bir ay içerisinde bizlerle buluşacak, dördün finalini düşünürsek de bizi salya sümük, depresyona giriş tezi verebilecek bir havayla uğurlayacak. Oyun dünyasında hikaye ve anlatıma özen veren örnekleri arada bir de olsa görmek gerçekten çok tatmin edici bir duygu.
Hazır The Longest Journey’nin de devam oyunu (ki modaya uyarak Chapters adını alıyor) duyurulmuş, Broken Sword 5’in yapımı devam ederken, Gabriel Knight gibi bir efsaneyi yaratan Jane Janesen yeni bir gerilim oyununu yetiştirmeye çalışırken (hayat o kadar da kötü değil galiba) araya bizi salak yerine koymayan bir oyun oynamak isterseniz halen geç kalmadınız.
Ölmek mi yoksa yaşamak mı daha zor diye düşünüyorsanız, bu oyun onun da cevabını veriyor: İkisi de!