Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm 1)

İlk önce dedektif Tuncay konuşmaya başladı:

– “Neden?!”

Bu soruyu ilk olarak beklemiyordu sorgulayıcının muhatabı. Onun bulunduğu durumda kendisine sorulabilecek elbette ki milyonlarca soru olmalıydı; ama, ilki muhtemelen bu olamazdı. En azından o böyle düşünüyordu. Şu anda içerisinde bulunduğu odanın görünümü onun eseriydi; ama, onunla konuşmak için dakikalardır uğraşan dedektif bu şaheserin sahibesinin yapacağı açıklamayı merakla bekliyordu. Kendisinin ise sanki her şeyden önce takdir edilmeyi beklercesine bir tavrı vardı. Geleceğini karartması olası insanlara cezasını fazlasıyla vermişti, ve hem de başına gelecekleri tahmin ederek yapmıştı tüm bunları. Büyük ihtimalle de bu yüzden olsa gerek yüzünde belirmiş olan tiksinti ifadesinin derinliklerinde bir tatminlik duygusu başını döndürüyordu. Kim bilir? Belki de ölüm sandığı kadar önemli bir şey değildir? Bunlar herkesin aklına gelebilecek ihtimallerden bazıları olarak Tuncay’ın da kafasındaydı. Dedektifin sorusunu da düşününce yavaş yavaş hak vermeye başlamıştı ona. Çünkü her ne olursa olsun şu anda odadaki manzarayı meydana getiren sanatçının isminden çok, bu yaratıcılığı sergilemesine neden olan hisler merak ve sorgu isteği uyandırıcıydı.

Tuncay zaten yüksek çıkan sesini biraz daha sertleştirerek tekrar sordu:

– “Neden ha?! Neden?”

Uzun boylu ve orta yaşlı dedektifin kahverengi gözlerinden genç ve zayıf sayılabilecek bir kızın neredeyse yarı çıplak vücudu yansıyordu. Bulunduğu odanın, dairenin girişine açılan kapısından en uzaktaki köşesine sırtını vermiş, yerde oturuyordu. Üzerindeki tek parça geceliğinin içinde dizlerini göğsüne kadar çekmiş olduğu apaçık anlaşılıyordu. Gerginleşen kumaşın bittiği yerde ayakları göze çarpıyor, ayak bileklerini ise elleri tamamen kavrıyordu. Başını ise dedektif ve beraberindekiler odaya girdiklerinde önüne eğmişti, üstelik bu konumunu da bir süredir koruyordu. Yanaklarındaki birer ince ıslak sütun ve kirpiklerindeki nemliliği ise hiçbirinin fark etmemiş olması onu biraz daha mutlu ediyordu. Bu yüzden, belki de makyajının bozulmuş olmasından dolayı, hüzünlü bir hanımefendinin kenarları dantelli mendili kadar duygu yüklüydü. Özünde esrarengiz bir havası vardı. Ve masumluğun sınırlarını zorlayan dehşetengiz güzelliği ve İngiliz leydilerini kıskandıracak zarafeti. Güzelliğin göreceli olmadığı tek istisna, yaratıcının bu ürünündeki üçgenimsi duruşunda saklıydı adeta. Başının şimdiki hali yüzünden kırmızı saçlarının gizlediği sevimli çehre ve normal bir insanın sadece karışı uzunluğundaki ayaklarının tırnaklarındaki pembe ojeler. Çelişki ve tezadın boşluktaki valsi, odayı aydınlatan sokak lambasının sürekli kesilip gelen mavi-beyaz ışığı ile bu güzeller güzeli genç kızın polislerde uyandırdığı soru işaretlerinin bakışları arasında devam ediyordu

Mavimsi dolunayın kasvetli ışığı ve direkteki lambanın yapay sıcaklığı ile sık aralıklarla aydınlığa boğulan odadaki vahşetin izleri kendini ışık kümesinin her parlayışında bir miktar daha açığa çıkartıyordu. İlk anda odanın tam ortasındaki nispeten ince ve nispeten uzun sayılabilecek yemek masası göze çarptı. Birkaç saniye sonra her iki uçtaki birer sandalye, önlerindeki yemek yenilmiş tabaklar ve yarılanmış şarap şişesi rahatlıkla fark edilebilir seviyedeydi. Sönmüş mumları yere düşmüş bir mumluk masada, her iki yanda da boş kadehler. Belli ki akşam yemeği epey hoş anlar yaşatmıştı yemeği yiyen çifte. Yiyeceklerdeki asillik ise hayranlık uyandırıcıydı.

Yalnız anlık aydınlanan odadaki gözle görülebilen nesnel objeler bununla sınırlı değildi elbette. Duvarlar, buralardaki tablolar, dairenin mimarisi ve eşyaların zemindeki yerleşimi hemen kendini belli ediyordu. Pencerelerden içeri süzülen ışık her ne kadar yoğunluklu olarak duvarların dizaynına göre yere çapraz yerleştirilmiş masayı aydınlatsa da bütün oda kaba hatlarıyla fark edilebilecek düzeydeydi. Kapı yüksekliğinin orta mesafesinden duvarlarda başlayan ve kırmızı renkte olduğu anlaşılan ince çizgi, açık renkteki duvarı tüm oda boyunca ikiye bölüyordu. Bunun badana boyası değil de taze kandan ibaret olduğunu ise Tuncay eğer odayı tamamen kat etmeseydi asla anlayamayacaktı. Odanın ona göre solundan devam eden duvarı boyunca ilerleyen kırmızı boya onu kızın yanı başına kadar götürdü. Onu kendinden geçmiş bir halde çömeldiği yerde buldu.

Genç kızın odadaki şimdiki varlığı, kızın yapısı ve böyle bir halde olması gerek ruh hali dikkate alınırsa, anlaşılabilir bir biçimde anlamsız olmasaydı onun buradaki gereksizliğini kendine rahatlıkla izah edebilirdi Tuncay. Evet, bunu kendisi de gerçekten de tüm kalbiyle isterdi. Yalnız, insanın midesini bulandıran ve insanın sinirlerine dokunup onu üzen, istem dışı biçimde de gözünü yaşartan kanın pıhtılaşmış biçimdeki serumsu kokusu odanın her bir santimetrekaresinde kendi varlığını hissettiriyordu. Hiç değilse onun olmayışını sırf bu yüzden isterdi. Vücuduna oksijen çekebilmek için diyaframını her defasında gevşeten Tuncay’ın ciğerlerine dolan havaya kırmızı benekler hakimdi. Odanın geneline yansıyan bu görüntü, hali hazırda gece yarısını geçmiş bir saatte kopacak fırtınanın ilk gök gürültüsü ve şimşeği ile aydınlanan masa ile doruğa ulaştı. Masanın iki ucundaki sandalyeler ve iki kişinin leziz bir akşam yemeği yemesi için lazım olan takımlar, peçeteler ve gereçler tüm gereksiz prosedürleri ile hazırlanmıştı ve üstüne üstlük eksiksizdi de. Tek noksanlık, sofrada olması gerekenlerin benliklerinde gizliydi, sandalyelerin birindeki vücut birkaç saattir öylece hareketsiz duruyordu; diğerininki ise masum sanatçıdan başkası değildi, kendileri masa başında olmasalar da. İki sandalyeden üzerinde 2,5 kilo eksiğiyle bir insan vücudu taşıyanı işte bu şimşeğin yardımıyla şimdi gözler önüne serildi. Boyuna çizgili zengin takımının içine giyilmiş beyaz olduğu anlaşılan gömleğin yakalarındaki koyu leke, duvarları ikiye ayırdığı söylenebilecek ince çizginin kaynağını oluşturuyor gibi görünüyordu. Normal bir insan anatomisinin tüm gerekliliğine göre şu anda gömlek yakasının bittiği yerde sağlıklı bir boyun ile birlikte sağlıklı bir başın yükselmesi gerekmez miydi? Tuncay’ın baktığı doğrultuda kapıdan içeri henüz girmiş iş arkadaşları seçiliyordu.

Tüm bunlara yaşananların yüzde kaçı dersiniz? İş arkadaşlarının odaya doluşmasıyla birlikte artan ses kümesi sadece ayakkabı patırtılarından ibaretti. Tuncay’ın odayı kabataslak araştırması sırasında içeriye giren diğer polislerle göz göze gelmesi ile polis memuru Hakan’ın beraberinde getirdiği el fenerini yakması aynı ana denk geldi. Bu harmonik zıtlıklar seremonisi ve sessiz çığlıklar konserinin son düdüğüydü fenerden gelen “tık” efekti. Sonuçları ise olağan fizik kuralları neticesindeki gölge oluşumlarının insan aklına tesir eden metafizik çılgınlıkları başlığıyla irdelenebilecek apayrı bir rutinliğiydi. Fenerden gelen ışınlar sandalye üzerindeki dikdörtgen cisimden geçtikten sonra Tuncay’ın vücudu üzerinde bir karaltı oluşturuyordu: geometrik cismin altta kalan iki köşesi hiç görünmezken asıl gölgeyi oluşturan iki köşeyi masa başında oturan ruhsuz bedene ait iki omuzun temsil etmesi ne kadar korkunçtu.

Tuncay “sessiz olun” manasında ellerini karşısındakilere doğru kaldırdıktan 2 saniye kadar sonra omzunun üstünden geriye doğru bakarak genç kıza şöylece bir göz attı. Düzenli nefes alıp verişine dair gelen fısırtılara nadiren burnunu çekişinin sesi eşlik ediyordu. Odadaki bunca korku ve dehşet temasıyla aynı ortamda bulunmanın vermesi gereken en azından tedirginlik hissinin hiçbir belirtisini duygularında sergilemiyordu genç kız. Dakikalardır konumunu bozmamış olmasının da takdire değer bir yanı olması, odadaki koku ile kıyaslanırsa sürpriz değildi.

Tuncay elini indirip önünü kıza doğru dönerken alnından gelip burnunun ucundan damlayan ter zerresini hissetmedi. Oda artık polislerin girişiyle daha da aydınlanmıştı. Ama buna rağmen yine de orta yerdeki masa, ışığın yeterli bir şekilde genele yayılmasını engelliyordu. Tuncay zemine doğru seri olmayan bir hareketle eğilerek kızın iki kolunu kavradı. Kızın soğuk tenine rağmen herhangi bir ürperme hissi almayan dedektif, nazik bir hoyratlıkla onu olduğu yerden kaldırarak kendi ayakları üzerinde durabileceği bir seviyeye getirdi. Fakat buna rağmen kızın ayakta durmak için fazla bir efor sarf etmeyeceğini de biliyor olsa gerek, kollarından tutmaya devam etti.

– “Neden ha? Bütün bunlar….? Ölünceye kadar konuşmayacak mısın? Eğer öyleyse seni bir an önce şimdi buracıkta ben öldüreyim de hemen konuş. Konuş!!!”

Genç kız, dedektifin yaptığı bu ince espriye istemeden de olsa kayıtsız kalamadı ve ayakta olmasına rağmen hala önce doğru eğik olan başını kaldırmadan, öne düşmüş saçlarının arkasından ince bir kıkırdamayla vuku buldu. Bununla beraber odadaki gerilim biraz daha yükselmiş oldu. Nasıl yükselmesin? Gecenin en karanlık anlarının arifesinde neyle karşılaşacağını bilmediği bir evde başsız bir ceset Tuncay’ı selamlamıştı. Dışarıdaki yağmurun camlara vurarak çıkarttığı patırtı sesi, karanlık atmosfer ve bu zarif beden bir çelişkiler yumağıydı zaten. Anlam veremeyeceği o kadar çok oluşum vardı ki bu küçük bir evin salonu büyüklüğündeki odada, karşılaştığı her şeyi peş peşe eklediğinde keçileri kaçırmış olmasında şaşılacak bir şey olamazdı. Tam kızı tekrar sarsacakken yanına kadar iyice yaklaşmış diğer polis memurlarının ünlemleri ile kendine geldi. Yan yana dizilmiş dört polisin yerde aydınlattıkları dairelerin çapları doğrultusunda devam eden ve yan taraftaki diğer odanın eşiğinde son bulan kırmızı çizginin öbür ucundaki kaynağında dibi koyulaşmış, içinde de ağır nesnelerin olduğu belli olan kahverengi bir çuval vardı.

Sinirli ruh hali ile iyice etrafındakilere karşı umursamazlaşan Tuncay, elleri arasında tuttuğu kızı aniden bırakıverdi. Ayakta kalmak için direnmeyen güzel, dizleri üzerine çöktü ve “cansızlığına” kaldığı yerden devam etti.

Odadaki en kıdemli kişi olarak yapılması istenen şeyler onun sözcükleri ile işlerlik kazanıyordu, işte şimdi olduğu gibi. Tuncay, Muhammed’e çuvala göz atmasını buyurdu sessizce ve o da amirini dinleyerek bunu yerine getirdi. Odadaki ağır kokunun kaynağının burası olduğu bariz bir şekilde anlaşılıyordu. Muhammed adımlarını olabildiğince dikkatli atmaya özen göstererek çuvalın yanına kadar vardı. Bu noktada o ve Tuncay’ın aralarında bir metreye yakın mesafe vardı, gözgöze geldiklerinde Tuncay’ın göz ucuyla çuvalı işaret etmesiyle başını iki yana salladı Muhammed. Aralarındaki samimiyetin hiyerarşik bir saygıdan öte arkadaşça olmasından dolayı hareketlerinde fazla itina yoktu. Elindeki feneri Tuncay’a sertçe verdi ve karşılaşabileceği her türlü korkunç manzaraya kendini olabildiğince hazırlayarak çuvalın önünde diz çöktü.

Birkaç tane futbol topu, yemekten sonra yenmek üzere satın alınmış kavunlar yada ortaçağ savaşlarında kullanılmış gülleler. Bu seçeneklerin herhangi biri rahatlıkla çuvalın dıştan duruşu baz alınırsa karşılaşılması kuvvetle muhtemel görüntüler arasındaydı. Ama bu koku, bu ağır ve pis koku?herhalde masadaki cesedi tamamlayacak yap boz parçalarının sonuncusu buradaydı. Ama eğer hepsi aynı kişiye aitse birden çok kafası olan ölümcül bir canavarı yok ettiği için kızı tebrik ederler miydi? Öğrenmenin tek yolu vardı.

Muhammed çuvalın geniş sayılabilecek ve ön tarafa düşmüş olan ağzını kaldırıp öylece durdu. Yüzünü sakince sola çevirip gözlerini de kaldırarak Tuncay’ın suratına baktı. Ardından da gözleri fenere gitti. Bütün bunların ne anlama geldiğini az çok kestiren dedektif feneri mesai arkadaşına doğru uzattı. Odadaki polislerin beraberlerinde getirdikleri fenerlerin hepsi yanıyor olmasına rağmen zifiri karanlıklar gölünün dibindeki çuvaldan hiçbir şey seçilemiyordu. Muhammed feneri alır almaz eliyle çuvalın ağzını dikleştirerek tepesinden aşağı fenerin aydınlık ışığını akıttı. Böylece neden çuvalın dibinin karanlık kalmasının gerekliliği anlaşılmış oldu.

– “Lanet olsun!!!”

Bu sesle birlikte ayağa kalkarken geriye doğru tökezledi. Dengesini sağladığında ise havada serbest kalan çuvalın ağzı dalgalanarak içindekileri odadakilere gösterebilecek düzeyde sıyrılmıştı bile: insan kafaları. Farklı kişilere ait hepsinin suratında da korku ve şaşırmışlık ifadesi taşıyan insan kafaları. Dördü de boyunlarından bitme biçimde kimisi yana devrilmiş, kimisi tepe üstü duran insan kafaları. Bir diğer ortak yanlarının da kanı çekilmiş bembeyaz suratlarını şaka yaparcasına karşısındakine gösteriyor olması insanın aklını başından alırcasına komikti.

Muhammed’in bu tepkisini küfürler ve ağır ithamlar aldı. Elindeki feneri sinirden ve istem dışı korkusu yüzünden duvara fırlattı. Kırmızı boyaya… daha doğrusu duvardaki şerit halindeki kana çarpan fenerin dayanıksız camı bunun etkisiyle parçalandı. Duvarda ise ince bir sıyrık oluştu. Dağılan cam parçacıkları yere serpilirken Muhammed küfürlerine devam ederek kapıya varmıştı bile. Odadaki herkes bütün bunları izlerken kızın tepkisizce olduğu yerde olanlara yalnızca kulak misafiri olması şaşırtıcıydı. Tam bu anda dedektif direktiflerini verdi:

– “Çıkıyoruz. Hakan,,, daireyi arkamızdan mühürle” kıza doğru yüzünü dönerek “şimdiye kadar konuşmadı, bakalım sorgusunda neler söyleyecek.”

Herkes odadan ayrılırken Tuncay’ın koluna girdiği ve onun ekip arabasına kadar taşıdığı kız, daireden çıktıktan sonra yanındakine dönerek ilk kez bir şeyler söyledi. Sesinin tınısı ve sözlerindeki hüzün, insan beyninde oluşturduğu kelimelerin anlamlarıyla tutarlılık gösteriyordu.

– “Özür dilerim. Aşk iki kişi arasında yaşanırdı, içerideki dört kişi biraz fazla oldu galiba.” Sonra yine hiç konuşmadı.

Exit mobile version