Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm-5)

Bunlar, Tuncay’ın sorgu odası hadiseleri adlı ansiklopedisinin kim bilir bilmem kaçıncı sayfasıydı. Ama şurası kesin ki bu sayfanın diğerlerinden çok farklı bir öneminin olacağı kuşkusuzdu. Diğerlerine oranla çok az daha farklı geçmesini beklediği sıradan bir gece yarısı operasyonu birkaç dakika içerisinde mistik çelişkiler yumağındaki kördüğümler serisine dönüşmüştü onun için. Anlayamayacağı birçok nokta vardı bu kadının belki de yoktan var ettiği senaryonun içerisinde. Mekanlar önceden özenle dizayn edilmiş, roller dağıtılmış ve replikler ezberlenmişti üstelik buna göre. Zaten kader denen şey de az çok buna benzemiyor muydu? Tuncay ile de o doğmadan önce mukavele imzalanmıştı. Şartlarını dile getirmiş, alacağı ücret yapımcılar ile belirlenmiş ve yönetmen “motor” dediğinde kendisini annesinin kucağında bulmuştu. Fakat onun oynadığı film bildiğimiz uzun metrajlı gösterimler kadar kısa sürmüyor, bir ömrü de beraberinde götürüyordu; tıpkı her birimizin bütün Oscar’ları toplayan dokunaklı ve bol alkış bulan senaryosu gibi. Tuncay şu an sadece kendisine özel görünen ve hoş efektleri olan bir yapımın başrollerini karşısındaki Julia adlı kadın ile paylaşıyordu. Sanki kendisini yardımcı bir rolde görüyordu, karşılaştıklarını muhakeme ederse eğer. Gerçek adı Tuncay mıydı, bu da filmin kritiği yapılacağı zaman dikkate alınacak bambaşka bir husus olsa gerekti.

Tuncay’ın “Kader” adlı filmi devam ediyordu tüm heyecanıyla ve onu izleyenler ağızlarına patlamış mısırlarını atarken bir yandan da gazozlarını yudumlayarak boğazlarında kaydırıyorlardı. Kamera şimdi sorgu odasının dışına kaydı.

Kapıyı Julia açtı bütün endamıyla. Böylesi kısa boylu ve eciş bücüş bir genç kadının kapının eşiğinde bu kadar haşmetli görünüyor olması şaşılacak işti doğrusu. Onun şu halini hiç görmeyen herhangi birisi kıyafetleri yüzünden böyle durduğunu düşünebilirdi; fakat, sadece bir gömleğin ve pantolonun insan vücudunu kalınlaştırmaya fazla bir etki yapacağı düşünülemezdi galiba. Üstelik ayakları çıplaktı da. Pembe ojelerini sevmiş olsa gerek, ayak tırnakları hala pembeydi. Önce o göründü kapıda. Eşiği geçerken başını geriye çevirip arkasındakine baktı; o da karşısındakini seyrediyordu. Gözleriyle “Gelmiyor musun?” gibisinden bir hareket yaptıktan sonra umursamazmışçasına bir tavırla koridora çıktı kadın. Güneş yeni doğmuştu ve koridorun sonundaki sorgu odasının hemen sağında bir pencere olduğu için dışarıdan gelen ışık, her ne kadar bulundukları kat binanın girişinde olsa da, içeriye neredeyse tamamen aydınlatabiliyordu. Tuncay bunu pencerenin yanına geldiğinde Julia’nınki ve kendi gölgesini ararken tekrar fark etti. Evet, güneş ordaydı ve etraftan yansıyan ışıklar nerede hangi cismin olduğunu belli edebiliyordu; ama, o ikisinin kendilerine özgü en spesifik özellikleri olan gölgeleri yoktu işte. Az önce kadının kendisine artık gördüklerine şaşırmaması gerektiğini hatırladı. Hareketlendi birden Julia ve Tuncay’a buranın çıkışının nerede olduğunu sordu.

-“Bekle beni!” Bu bir oyun bile olsa kurallarını yazan kişi o kadından başka birisi değildi. Tıpkı karşıdan karşıya geçen bir anne ve çocuk gibiydiler. Tuncay, Julia’nın eline bir anne edasıyla sıkı sıkıya yapışmışken arada sırada gözlerine bakıyor, takılıp düşmemek için rehberi olarak onları görüyordu. Julia ise umursamaz tavrında hiçbir değişiklik meydana getirmeden kaldırımda vitrinlere bakınarak yürüyordu adeta. Yetişti sonunda alternatif boyuttaki yoldaşına Tuncay.

-“Bekle beni. Nereye gidiyorsun şimdi? Nereye gidiyoruz? Neler oluyor ayrıca? Boğazımda sanki boğuluyormuşum gibi bir ağrı var.”
-“Kızına. Ve eşinin yanına gidiyorsun. Yoksa onlar mı geliyor demeliydim? Her adımımızda bulunduğumuz dakikadan kazanın yaşandığı zamana doğru geri dönüyoruz. Merak etme, herhangi bir aksilik yaşanması ihtimali yok, bir süre sonra orada olacağız ve sana yapacağım iyilik bitip zamanı düzene koyma mesaime kaldığım yerden devam edeceğim. Ayrıntıları düzenlemeyi unutmadığımız sürece bu aksilik ihtimali mümkün tabii. Ama…” arkasını dönüp sorgu odasının girişine baktı “…kapıyı kapattığımıza göre böyle bir sorun da ortadan kalkmış. Nereye gittiğimizi benden daha iyi bilmen lazım. Kazanın öncesine gidiyoruz. Bu senin ikinci şansın olacak ve arabanla o yolculuğa çıkmayı aklından bile geçirmemiş olacaksın. Aklımdayken söyleyeyim, sendeki ağrının aynısından bende de var. Merak etme, önemli bir şey değil.”
-“Ayrıntıları düzenlemeyi unutmadığımız sürece ne demek oluyor?”
-“Dikkatli olmamız gerek yani. Şu anda zamanın içerisinde yürüyoruz, gittikçe ve bir süre sonra fark edeceksin. Zamanı durdurduğum ve geriye gitmesini başlattığım andan önce her şeyi dışarıdan bakıldığında normal bir görüntüde bırakmak lazım. Eğer öyle bırakmazsak ne olur diyeceksen eğer, çok fazla bir kötü yan etki olmuyor aslında. Sadece insanların seni fark etmeleri ihtimali ortaya çıkabiliyor ve insanların beni görmelerini istemiyorum. Bir gemiyi ilk karede senden yüz metre ötede görmek ve ikincisinde kıyıda bulmak insanı biraz delirtebilir, sence de öyle değil mi? Demek istediğim buydu işte.”
-“Eminim öyledir. Yada vazgeçtim, tamam.”

Dakikalarca yürüdüler ikisi. Üzerinden geçtikleri yolları ikisi de biliyordu, her gün geçtikleri yollarda adımlıyorlardı bir kez daha. Ve konuşmadılar Tuncay’ın sözleriyle noktalanan diyalogdan sonra. Kaza anının öncesine gideceğini söylemişti “o kadın”; ama, mekan hakkında herhangi bir şeyden bahsetmemişti. Emniyet müdürlüğünden çıkmışlardı, ana caddeyi takip edip şehir dışına yönelmişlerdi. Yürüyerek. Dakikalar dakikaları kovalamaktaydı birbiri ardına. Kadını arkasından takip ediyordu Tuncay. Sanki gitmesi gereken yeri bilirmişçesine hiç etrafına bakınmadan dosdoğru yürüyordu o da. O sırada etrafına bakmakla meşguldü arkadaki. Etraftaki her şeyde küçük gariplikler baş göstermeye başlıyordu yürüdükçe. İlkbahar ağaçlarının yeşil yaprakları birbiri ardına ortadan kaybolmaya başlıyordu dallarında küçüle küçüle. Sadece ayakları üzerinde hareket ederken etrafında mevsimlerin değişimine de şahitlik etmeye başladı bir süre sonra; her taraf sanki çimenler tarafından sentezlenen bembeyaz eski karla kaplanmaya başladı. Öncesinde etrafta küçük göletler vardı ve bunların kimisi birleşerek irili ufaklı kardan adamları oluştururken, kimileri de havalanarak bir çatının üzerine konuyor, bacalardan çıkan dumanlar tekrar kaynaklarına dönüyordu. Etrafta hiçbir canlı görmüyordu Tuncay bütün bunlar olurken. Sadece kendisi vardı, her şeye anlam vermemeye ve gördüklerine şaşırmamaya çalışan; ve birkaç adım önünde de bu gerçekleşenlerin tüm sorumlusu kadın umursamazca etrafına bile bakınmadan yürüyordu. Güneş ise olduğu yerde sabitti.

Bu kez de Tuncay hızlanıp önündekinin yanına geldi. Üşümüyordu her taraf gitgide karakışa dönerken. Ne soluğunun buğusu gözlerinin önünde beliriyordu, ne de burnu akmaya yelteniyordu. Ne söylemesi gerektiğini de bilmiyordu, çünkü karşısındakinin lanetine uğrama ihtimali de yok değildi aklınca. Bu olanlar Julia için çok doğal şeyler olsa da Tuncay’ın anlam vermesi mümkün değildi. Zamanı geriye döndürüyordu bu kadın ve her saniyede, gidilecek mekana olan uzaklığa bağlı bir oranla sokaklar, caddeler, ağaçlar, mevsimler onların geriye dönmeleri gereken altı ay boyunca yaptıkları değişimleri geri alıyorlardı. Yanına kadar geldi onun, hızına ayak uydurmaya çalıştı. Beraberce bu şekilde birkaç metre daha yürüdüler ve sonunda gizemli kadın yanındakine bakma zahmetine girdi, kısa boyu nedeniyle başını hafifçe kaldırarak.

-“Hadi bana bir şeyler sor.” diye ondan önce söze başladı Julia. “Görünen o ki kafan hala karışık. Aslında normal. Bu sistemin işleyişine ilk zamanlar ben de ayak uydurmakta zorluk çekmiştim. Neler oluyor, bunlar da kim, herkes nerede? Bu soruları o kadar çok sordum ki kendi kendime, yalnız olduğum aklıma ne zaman gelirse gelsin, mantıksız ve saçma yanıtlara inanır oldum. Bir süre sonrasında aslında hiç de yalan yanlış düşünmediğimi fark ettim. Zaman akmaya başladı hemen ardından ve her adımımda etraf değişmeye başladı, ve üstüne üstlük yaşlanmıyordum da. Herhangi bir derdim, tasam yoktu. Çünkü artık böyle bir şey için endişe etmeme gerek yoktu. Sürekli yürüyordum ve buna rağmen yorulmuyordum. İstediğim gibi giyinip süsleniyordum ve cebimden en ufak bir para bile çıkmıyordu. Yemek yememe de çok ihtiyacım yoktu, bunu da epey sonra fark ettim. Çünkü şu anda bulunduğumuz alternatif mekanlara nasıl girersem, burada yüzyıllar boyunca beklesem bile ilk andaki halimde en ufak bir değişiklik bile olmadığını anladım. İşte buydu fark ettiğimde beni asıl mutlu eden şey.”
-“Her cümleni ve kelimeni anlamaya çalışmayı çoktan bıraktım, biliyor musun? Konuşacak bir şey gelmiyor aklıma. Sadece bu anlattıklarının başlangıcını merak ediyorum. Yani,,, yanılmıyorsam her şeyin bir başlangıcı var, değil mi? En azından anlayabileceğim bir şey yakalarsam anlattıklarından, kafamda hepsini birleştirip mantıklı ihtimaller üretebilirim diye düşünüyorum.”

Başını öne eğdi Julia gözlerini Tuncay’dan ayırarak. Yürürken kollarını birbirine bağladı. “Yol boyunca en azından zaman geçirmiş oluruz, bence de öyle” dedi ve başını kaldırdığında yüzü hüzünlüydü. “Sana söylediklerime çok fazla anlam yükleme dediğimi hatırlıyorum. Onun için lafımı kesmeden dinlesen iyi olacak. Hikaye fazlasıyla geçmişe dayanıyor çünkü. Şu bildiğin evrenin bundan milyarlarca önce gerçekleşmiş bir patlama ile oluştuğunu düşünüyorsun ha? Tam anlamıyla yanlış sayılmaz; ama, bazı eksikler içeriyor. O büyük patlama “Big Bang!” gerçekleşmeden önce şimdiye kadar oluşagelen en parlak, en gelişmiş, en uygar, en zeki, en ne halt dersen diyeceğin kavim bütün evrende hüküm sürmekteydi. Bilimcilerin dediği yanlış değil, evrende bir kaya parçası yada o tarz bir cisim vardı ve sonlu sonsuz uzay dediğiniz boşluğu sadece o dolduruyordu. Ve üzerinde de biz yaşıyorduk. O zamanlar biz oraya evren diyorduk, çünkü şimdiki kullanılan kavramlarla aynı kavramları kullanmaktaydık. Dolayısıyla ona böyle hitap etmemizin asıl nedeni uzayda sadece bir cismin yer alması ve sınırların biz istemediğimiz sürece daha fazla büyüyemeyeceğiydi. Gördüğün gibi o zamanlardan şu ana kadar canlıların görüntülerinde fazla bir değişim olmadı. Şimdi yaşayan insanlara bakıyorum da, geneliniz, bizim standartlarımıza göre fazla uzun ve çirkin, üstelik orantısızsınız. Şundan emin olabilirsin ki Evren’de yaşamış insanların hepsi bana benziyordu. Hepsi de benim gibi görünüyordu. Her neyse konumuz bu değil şimdi.

Dediğim gibi o zamanlar sizden farksızdık. Sadece şu gün yaşayan insanlardan çok çok daha gelişmiş bir yaşam seviyemiz ve teknolojik gelişmişliğimiz vardı. Halk çok daha zekiydi. Ölüm, hastalıklar, virüsler tamamen ortadan kalkmış, insanlar artık doğal üreme yollarının ötesinde bilim ile üretilme noktasına gelmişti. Hatta, ki bunu ben de pek tasvip etmezdim, o kadar arsızca çalışmalara imza atılmaya başlanmıştı ki, insanlarımız metafizik konularda neredeyse tanrısal yetiler kazanmaya başlamıştı. Suç, kötülük gibi şeylerin herhangi bir şekilde telaffuzunu dahil unutan kişilerin yaşadığı bir dünyaydı bizimkisi, bilim adamlarının bu uçarı çalışmaları insanların mutluluk düzeyini sağlamak için olduğundan, her ne kadar felaketimizi getirecek olsa da, bembeyaz bir örtü ile kaplanmıştı. Hedefteki mutluluk insanın mutluluğu olduğunu benimsedikleri için yaptıklarını çok iyi bir şeymiş gibi görmekteydiler. Onlara göre, ki buna ben de katılıyorum, ulaşılan bu üst düzey yaşam standardı olmasaydı insanların mutsuz oluşları neticesinde evrenleri yaşanmaz bir hal alacaktı.

Bütün güçlerimizin kaynağı olarak üstün üretme yeteneklerimiz sonucunda meydana getirilen ve, doğal olarak, ilahi görülen “12 Taşlara” borçluyduk. Akla gelebilecek bütün yetenekleri aşıladığımız bu bildiğimiz basit kaya parçaları, bizim yaşamlarımız boyunca muhtaç olabileceğimiz bütün güçleri sonsuz miktarda içinde barındırır bir durumdaydı. Çok iyi bir şekilde muhafaza edilmiyordu; çünkü hepsi de evren içerisinde yaşayan tek canlı türü için aynı hizmete özgü kullanıldığından bu taşlar üzerine kimse hak iddia etmiyor ve evrendeki düzeni bozmayı kimse istemiyordu. Yüzyıllar geçti ve tanrının varlığı gerçekten de unutuldu. Her geçen saniye daha da robotlaşıyorduk; ama, canlıydık ve hiçbir ihtiyacımız yoktu. Aradığımız her şey fazlasıyla yerine geliyordu; çünkü sonsuz bir kaynak sahibiydik. Birbirimizle iyi geçiniyorduk, kimse kimsenin üzerinde kötü düşünmüyordu. Şimdilerin en uygar toplumundan defalarca kere daha uygardık. Ama dedim ya, tanrının varlığı unutulmuştu. Elbette bizi istediği anda tek bir hamlesiyle ortadan kaldırabilirdi; ama, düşün bir kere; sen eğer böyle inanılmaz bir ürün ortaya koysan ve tabiri caizse tıkır tıkır işleyişini hiçbir kumanda gerektirmemecesine görsen anında yok eder miydin? İşte aynen böyle düşünüyordu yaratıcı da. Ama onun da sabrı taşmaya başlamıştı anladığım kadarıyla. Bir gün Tanrı’nın melekleri bizi ziyaret ettiler ve O’nun sözlerini insanlara yaydılar. Hepsi de iyi karşılandı, asla hakaret görmediler. Tanrı’nın istediği şey gayet doğal bir istekti. Sadece yarattıklarının kendisine tapınmasını istiyordu, o kadar. Ve bir şey daha vardı, bizi olduğumuz noktaya getiren taşlardan vazgeçmemiz isteniyordu. Aksi taktirde çeşitli toplumsal felaketlerle evreni yavaş yavaş yok edecekti. Eğer O’nun istediğini seçseydik taşların verdiği refahı asla sağlayamayacağımız kesindi. Sınırlı kaynağı kullanabilmek ve ele geçirebilmek için ölümler başlayacaktı, savaşlar çıkacaktı. Bu da bizim anlayışımıza tersti. Çünkü biz barış dolu bir evren yarattığımıza inanıyorduk; ama, istemeden kendi sonumuzu hazırladığımızı fark edemedik.

Sonunda bir karara vardık. Ne kadar büyük bir söz olsa bile telaffuz etmem lazım ki, Tanrı ile savaşmayı seçtik. Taşları yok etmedik ve kullanmaya devam ettik tıpkı önceki günlerde olduğu gibi. Tabii ki yaratıcının tepkisi gecikmedi. Birbiri ardına yerin derinliklerinde meydana gelen patlamalar, alışılmadık doğa aktiviteleri ve hiç de olağan olmayan toplum içi kargaşalarla yaşanmaz bir kavim haline geldik birkaç yıl gibi bizim için çok kısa bir süre zarfında. Halk, Tanrı’nın tarafında olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölünecek bir noktaya geldi. Ben yaratıcının tarafını seçtim ve yönetici kesim ile beraber uzayı genişletip dışarı yöneldik. Sayımız nispeten azdı ve evrenin yok oluşunu dışarıdan izlemek insana inanılmaz bir duygu yüklüyordu. Çok geçmeden o sizin “Big Bang!!” dediğinizi patlama gerçekleşti ve galaksiler, yıldızlar, sistemler, gezegenler Tanrı’nın yaratıcılığı ile bir düzene girdi. Sonrasını ise az çok biliyorsunuz, dinozorlardan bugüne kadar kısıtlı zeka seviyesi ile donatılmış yaratıklar bu toprakları paylaştı. Ve emin ol ki, yaratıcının artık çok daha sıkıntısı var.”

-“Peki bana bütün bunları ne diye anlattın. Yaşanılanları öğrenmiş oldum; ama, galiba bütün bunlar geçmişe dönüp geleceğe gitmeyi açıklamıyor, değil mi?” dedi aniden Tuncay. Duymamış gibi davranan Julia sözlerine kaldığı yerden devam etti.

-“Zamanla uzay gemimizdeki kaynaklarımız azalmaya başladı ve uygun bir yere inmemiz gerekti. Yedi yüz binden fazla gemi vardı uzayı genişleten ve Tanrı bizim için çeşitli gezegenleri yaşama alanı olarak belirleyerek bizi oralara bıraktı. Ben ve ailemin olduğu birkaç birim işte şu anda üzerinde yürüdüğümüz Dünya’da yaşamaya başladık. Neyse ki buralar işlenmeye uygundu ve hiç değilse yaşanabilecek düzeydeydi. Ama bu kez ölümsüzlüğümüz yok olmuştu; çünkü taşlarımız yoktu. Ve tahmin et ben o sırada tam anlamıyla şans eseri ne buldum” cebinden parlak pembe renkte zümrüdümsü bir taş çıkarttı Julia. “İşte bu!” dedi. “İşte şu anda bulunduğumuz ortama girmemizi sağlayan kaya parçası bu. Bunda zamanı durdurma, geçmişe, geleceğe gidebilme gibi özellikler var. Milyarlarca yıldır oradan buraya gidip duruyorum ve en fazla 6-7 sene yaşlanmışımdır. Elbette bir gün gelecek, ben de öleceğim ve bundan kimsenin farkına varacağını bile tahmin etmiyorum. O’nun beni neden hala durdurmadığını anlamış değilim. Belki iyi şeyler yapıyorum diye olabilir. Gerçi kadere karşı çıkıyorum; ama, anladığım kadarıyla şeytan ile mücadelesine yardım ediyorum iyilikler yaparak.”

-“Ve bana da karım ile çocuğumu tekrar vererek yardımcı olacaksın yanlış anlamadıysam?” derken Tuncay, başını salladı Julia. “Teşekkür ederim” dedi kısık bir sesle bunun üzerine. İçinden Tanrı’ya teşekkür etti. Yürümeye devam ederlerken yerde sonbahardan kalma kuru yapraklar belirmekteydi. Nereye gittiklerini artık biliyordu.
-“Yalnız” dedi Julia, “bunun sonucunda altı ay geçmişten yaşamına devam etmek zorundasın. Bunu sana önceden söylemediğim için beni bağışla.”
-“Önemli değil” dedi Tuncay bunun üzerine. “Karım ve kızımla ömrümün sonuna kadar yaşamak için 6 ay harcamış olmak yeterince düşük bir bedel. Sana da teşekkür ederim, Tanrı’ya da. Bu arada, şu caddeden sağa döneceğiz.”

Exit mobile version